Yasaklı günlerde uzun yürüyüşler çekiyor canı insanın. Sere serpe uykuya yatmış boş tarlalar, yağmurdan kaçışan insanlar, dere boyunda bir bankta oturup dinlediğin kurbağa sesleri, sokaklarda oynayan çocukların vurduğu topun gövdene çarpması ne kadar değerli geliyor şimdi.
Ne kadar yasaksa o kadar değerli şimdi gökyüzü. Özgürken ne kadar sıradansa, tutsakken o kadar büyülü sokaklar, caddeler. Şu tozlu sokaklar mı bana gel diye seslenen?
Sokakta olmak ne de güzel olurdu diyor bir ses içimden. Sanki yasak yokken çıkıp hakkını vererek yürümüş gibi o yollarda. Hoş, yolların sonunda - ben geldim - deyip gireceğiniz evler de yok artık . Evler duruyor da içeri giremezsiniz. O da yasak!
Yasak saatler gelirken, tam okunmak üzereyken akşam ezanı, şehrin kıyısındaki, avlusu boşalmış, hamakları, çardakları derlenip toplanmış, traktörün tekerleğine kedilerin sığındığı bahçeli evlerden kömür kokusu geliyor mis gibi. Pencerede kar yağsın diye bekleşen cam gözlü çocuklar. Kömür kokusu mis gibi olur mu? Kaybedince oluyor işte. Belki de iyi yansın diye koca bir kütük de var sobada yanan için için. Bilmiyorum ama kömür kesin…
Caddeden sokaklara doğru sesler elendi,
Pencereler kapandı, kapılar sürmelendi.
Bir kömür dumanıyle tütsülendi akşamlar
Gurbete düşmüşlerin başına çöktü damlar...
Şair haklı. Gurbette başınıza çöker evler, damlar, çatılar. Hele yasak varsa ve çok uzaksa sevdiklerin. İki sokak ötesi, yarım saatlik yol da yasaksa bir başka şehir ya da ülke gibi. Tütsülü akşamlarda tek ziyaretçin yine sensen. Kalbinin sürgüsü herkese açık, evininki herkese kapalıysa. İçine döndüysen istemeyerek. Dünya çöker başına.
Bizim başımıza bu yeni dünya düzeni çöktü dostlar. Bu yüzyıldan payımıza ayrılık, hasret, karantina, yoğun bakımlar, savaşsız, kansız, düşmanının insan bile olmadığı bir garip ölüm düştü.
Hiç misafiri eksilmeyen evlerin, eli kolu dolu gelen babalarının, mahalleye dondurma ısmarlayan abilerinin sessiz sedasız kaldırılıveren cenazeleri düştü.
Daha dün parkta torununu sallayan dedelerin, ömür boyu saçına sadece un bulaşmış annelerin, şiir sözlü genç kızların, pudra şekeri kokulu teyzelerin ölüm haberleri düştü.
Teselli için sarıp sarmalaması, avutmak için öpmesi yasak kollar dudaklar oldu kaderimiz. Sadece uzaktan, yaklaşmadan, göğüs kafesleri değmeden, göz yaşları karışmadan birbirine. Hiç birleşemeden havada asılı kalan eller düştü…
Televizyon ekranlarında büyük puntolarla yazılmış vaka ya da vefat sayısı oldu sohbetlerin ilk konusu. Haftalar geçtikçe istatistiğe ve grafiklerdeki çizgilere dönüştü hayatlar. Ya yeşilsindir inişli çıkışlı ya da düz bir çizgi kıpkırmızı. Renklerden korktuğumuz günler düştü. Aldığımız her ölüm haberiyle başımız öne düştü. Dört milyar yıldan beri dönen dünyada ondan daha yorgun düştük.
Aaa ölmüş mü, ay o da mı, deme, vah vah…
Kısacık, iç yakan ama bir yandan 'bizim hastamız yaşıyor, ben yaşıyorum' diye şükrettiren bir düzen düştü bize. Ölmüş mü … Boşlukları dolduramadığımız teselli cümleleri…
Ne hasta akrabamızı ziyaret edebildik ne ölen dostumuzun ailesini. Başın sağ olsun deyip şöyle sımsıkı sarılmak vardı Arzu'ya, Dilara'ya. Telefonda hissiz, ruhsuz teselli cümleleri düştü payımıza. Onları da utanarak söyledik.
Doktor Cemil gibi, öğretmen Meral gibi, gazeteci Murat gibi, Sevgi hemşire, Dilek abla, besteci Timur, emekli Nurhan amca, tiyatrocu Yıldız gibi, Avni dayı, pamuk nine gibi, hem baba hem dede Bedri amca gibi, efsane Maradona, komşu Nursel, sevgili Ceren gibi …
Son yolcunun gömüldü yolda son adımları,
Bekçi sert bir vuruşla kırdı kaldırımları.
Kimini çok yakından tanıdığımız kimini sadece haberlerden duyduğumuz yüzlerce yolcunun son adımları gömüldü. Hiç birine doğru dürüst veda edemedik. Onlar cennete yürüdü. Bize ise maskelerin altına usulca süzülen yaşlar düştü. Yaşlar maskemize düştü.
Sonunda dünyanın da maskesi düştü. Ne kadar zavallı ne kadar aciz ne kadar geçici olduğumuzu anladık. Fakirin zenginden, yaşlının gençten, erkeğin kadından farklı olmadığını, rüşvetin, makamın, paranın ölüme engel olamadığını gördük.
Ölümün zaten hep yakınımızda, yalansız riyasız tek gerçek olduğunu gördük. Maskesini takmayan tek şeyin ölüm olduğunu gördük. Bir cenaze aracı geçerken önümüzden, yüzümüzde maskemizle kendi cenazemizi gördük.
Saatler saatleri vurdu çelik sesiyle,
Saatler son gecemin geçti cenazesiyle…
Yeniden evimize döndük ve
Mezarda ölü gibi yalnız kaldım odamda:
Yanan alnım duvarda, sönen gözlerim camda…
Saatler saatleri vurdu, günler haftaları kovaladı, gülüp kahve içtiğimiz de oldu, artık telefonu açamayacak kaybettiklerimizi şarkılarda aradığımız da. Boş masalarda sessiz iftarlar, yalı çapkını bir yaz, nazlı bir dalga sesi, yağmurlar, alaimisemalar, eylül şiirleri, ekim güzellemeleri, kasım dizeleriyle teselli ettik kendimizi. Yaşamı şiire emanet ettik.
Kimsemiz yok artık farkında mısınız? Hasta yakınlarının bile giremediği hastane odalarında yapayalnız kaldık. Evlerimizde, son kez öpmeden, son bir masal anlatmadan giden annesini bekleyen bir çocuk gibi boynu bükük kaldık.
Yine de…
Kendimizi kendi içimizdeki yaşama sevinciyle teselli ettik. O yüzden yazlıkları naftalinledik, budadık gülleri, lale soğanlarını gazeteye sardık, manolyaya naylon geçirdik, limonu camekana çektik, menekşeden bir dal koyduk suya çimlenmesi için …
Saksıda incilendi yapraklar senin için..
İnandık yaşamaya ve gidenlerin artık birer melek olduğuna. Bir gün mutlaka bir yerde bize görüneceklerine.
Yuvamı çiçekledim, sen bir meleksin diye,
Yollarını bekledim görüneceksin diye.
Senin için kandiller tutuştu kendisinden,
Resmine sürme çektim kandillerin isinden
Bak iyi oku ne diyor?
Nihayet ben ağlarken toprağın yüzü güldü,
Sokaklardan caddeye doğru sesler döküldü...
Sakın ölüm var deme bana! Ben onu zaten adım gibi biliyorum. Ah güzel sevdiceğim gel gör ki ben yaşamın gücüne en az ölüm kadar inanıyorum.
Nihayet gülecek toprağın yüzü. Açılacak sürgüler, sokaklardan caddelere doğru dökülecek sesler. Nereden mi biliyorum? Ben şairlere inanırım. Onlar yalan söylemez.
İşte ben saatlerin tutsaklığı vurduğu bu gecede, tüm özgürlüğümle, Faruk Nafiz'in en güzel dizelerinin, Timur Selçuk 'un muhteşem notalarının içindeyim. Sen nerdesin ?
Şiir : SEN NERDESİN ? Faruk Nafiz ÇAMLIBEL (18 Mayıs 1898, İstanbul – 8 Kasım 1973, İstanbul)
Beste : Timur SELÇUK (2 Temmuz 1946, İstanbul - 6 Kasım 2020)
11 ARALIK 2020
ADAPAZARI
Zuhal EROL