Hazin hazin bir yaşam tarzında debelenmekten büyük keyif mi alıyoruz diye sorası geliyor insanın.

Çok mühim bir gidişat sorunu var; enerjimizi, yaşam doyumumuzu, din, kültür, millî anlayışımızı gölgeleyen. Ruhumuz kararmadı diyen tek bir kişi olmadığını düşünüyorum. Bakın belki çok yalın, basit gelecek bu cümlelerim. Ama yaşadığımız hayat, tam da anlattıklarımın tanımı. Yaşamda ön plana çıkan ve gündemde tutulan sorunlar, hayatın diğer alanlarına odaklanmamızı engelliyor. Bununla kalmayıp, içimizde ki tüm sevinci söndürüp, yerini kaygı ve telaşa bırakıyor. Beynimiz ütülendi diye amiyane bir tabir yerinde olacak.

Kimsenin eline fırça alıp resim yapmak, yürüyüş veya spor yapmak, sanat ile uğraşmak, şairleri, yazarları takip etmek, şiirleri okumak, okunmadık kitap bırakmamak, genel kültür, uzay bilimi, dünya tarihi ile ilgilenmek gelmiyor içinden. O kadar başka gündemler baskın ki, gündem bizi kendi telaşına düşürüp peşinde sürüklüyor. Küllün hayat israfı değil de nedir?

BAŞÖRTÜ VE NAMAZ MESELESİ

Ben Müslüman ve maneviyata değer veren biri olarak hep bir şeye inandım, yaşamdan aldığım en güzel öğüt bu. Kimse kusura bakmasın; başörtünün ve namazın konuşulduğu bir ülke cahillikten daha arınamamış bir ülkedir. İlim, bilimin, teknolojinin konuşulmadığı her an bizi yerimizde saydırıyor. Ve gerçekten artık sıkıcı bir hal oldu.

Kuran ve Dinde ilim ve bilim mevkiinde ele alınmalı, kişisel hırsların malzemesi olmaktan çıkarılmalı artık. Herkesin dilinde basitleşmemeli. Kimse kimsenin hocası, bekçisi, ahlak zabıtası olmamalı. Sahih alimlerin, ilahiyat uzmanlarının önüne geçmeyelim. Para ile imanın kimde olduğu bilinmez sözünü o kadar severim ki; sakla samanı kadar basit bir atasözü gibi gelse de çok ama ''çok gerçek'' bir söz. Allah'ın katında başka, kulun katında başka; kattan kata değişen insanların ve aslında kimin ne olduğunu bilmiyoruz, Allah biliyor. Namazı da, başörtüsü de, günahı, sevabı da herkesin kendine.

Herkesin bu mükemmeliyetçi halleri ile kişileri ötekileştirip adeta cennetlikler, cehennemlikler olarak sınıflandırma hakkını görmeleri kafaları başkalarına yormaları; bana eksikliğimi hatırlatırken, diyorum ki ne kadar eminler kendilerinden ki, kendi günah ve sevap keselerini bitirip başkalarının çetelerini tutmaya başlamışlar.

Tüm bunların özetini içimi hep titreten şu kıssa ile daha güzel açıklayabilirim. Anlamak istemeyene ulaşmayacağını bilsem de.

PADİŞAHIN İŞİ NE

Sultan Murat Han, o gün bir hoştur. Telaşeli görünür. Veziriazam Siyavuş Paşa sorar:

– Hayrola efendim, canınızı sıkan bir şey mi var?

– Akşam garip bir rüya gördüm. Hazırlan, dışarı çıkıyoruz.

Padişah ve vezir, derviş kılığında çıkarlar yola. Görünen o ki padişah hala gördüğü rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Unkapanı civarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatle bakınır.

İşte tam o sırada gözüne yerde yatan bir ceset ilişir. Hemen sorar: ''Kimdir bu?''

Ahali:

– Aman hocam hiç bulaşma, derler. Ayyaşın, sarhoşun biri işte! İyi biliyoruz kırk yıllık komşumuz!

Bir başkası tafsilata girer: – Biliyor musunuz, der. Aslında iyi sanatkardır. Azaplar Çarşısı'nda çalışır. Nalının hasını yapar… Ancak kazandıklarını içkiye, fuhşa harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine, hem de nerede mimli bir kadın varsa takar peşine.

İsterseniz komşulara sorun, der. Sorun bakalım onu bir cemaatte gören olmuş mu?

Hasılı, mahalleli döner ardını gider. Tam vezir de toparlanıyordur ki padişah merakla sorar:

– Hayırdır, sen nereye?

– Bilmem, bu adamdan uzak durmak istersiniz sandım.

– Millet bu, çeker gider. Kimseye bir şey diyemem… Ama biz gidemeyiz; Defin işini halletmek gerek rüyadaki hikmeti çözemedik daha.

Nalıncının evini bulurlar. Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Sanki bu vefatı bekler gibidir.

– Hakkını helal et evladım, der. Belli ki çok yorulmuşsun. Biliyor musun oğlum? Bizim efendi bir alemdi, vesselam… Akşamlara kadar nalın yapardı. Ama birinin elinde şarap şişesi görmesin; elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helaya ümmet-i Muhammed içmesin diye

Sonra, malum kadınların ücretlerini öder, eve getirirdi. Ben sizin zamanınızı satın aldım mı, aldım, derdi. Öyleyse şimdi dinleyin bakalım… O çeker gider, ben menkıbeler anlatırdım onlara. Mızraklı İlmihal, Hüccet-i İslam okurdum…

– Allah Allah! Millet ne sanıyor halbuki…

– Milletin ne sandığı umurunda değildi. Hoş, o hep uzak mescitlere giderdi. Öyle bir imamın arkasında durmalı ki, derdi; tekbir alırken Kabe'yi görmeli…

Hatta bir gün:

– Bak efendi, dedim. Sen böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek. İnan cenazen kalacak ortada. Kimseye zahmetim olmasın, deyip mezarını kendi kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim. İş mezarla bitiyor mu, dedim. Seni kim yıkasın, kim kaldırsın? Allah büyüktür hatun, dedi. Hem padişahın işi ne?