Gönül penceresinden ansızın bakıp geçtin,
Bir yangının külünü yeniden yakıp geçtin…
Yine böyle Mart ayıydı, üstelik baharın gelişini sezen erikler de çiçek açmıştı aynı bu sene gibi, bu gün gibi…
Neden niye gitmiştik bilmiyorum, tek hatırladığım soğuk çok soğuk bir havada Eskişehir'den dönüyoruz. Eskişehir böyledir. Güneşi bile üşütür. Orhan amcam bizi istasyona getirdi, yolda yeriz diye haşhaşlı ekmek ve yoğurt aldı. Kalabak suyuyla KaraKedi'den boza da koymuştu yengem çantamıza, Nurlar içinde uyusun…Mavi treni bekliyoruz.
-Daha vakit var, dedi amcam. İstasyonun içindeki dükkanda dolaştık biraz. Dükkanda lüle taşından pipolar, satranç takımları, melekli süsler var. Ben meleklerin cinsiyetini sorgularken amcam da olanca ciddiyetiyle lüle taşı hakkında bilgiler veriyor bize.
'-Bakın bu taş sadece Eskişehir'de bir de Viyana 'da çıkar…İnce gözenekli ve yumuşak bir dokuya sahiptir , deniz köpüğü anlamına gelen Meerschaum olarak adlandırmıştır.'
Amcam aslında elektrik mühendisi ama ne çok şey biliyor , ansiklopedi gibi valla diyorum içimden…Ayazdan üşümeye başlayan küçük ayaklarımız anonsu duyunca perona yöneliyor. Aceleyle ortadaki çeşmeden su içiyoruz , su buz gibi kesiyor boğazımı.
Ahh bu vedalar! Ahh Eskişehir! Eskişehir'i sevmek sadece Hamamyolu'nu, Vişnelik'i ,Odun Pazarını , rengarenk akan Porsuk çayını sevmek değildir, bıçak gibi kesen soğuğu da, ayazı da sevmektir. Bir de vedaları…Eskişehir'i seviyorum, amcamı, yengemi Seçil'i çokkk seviyorum…
İstasyonda bizim gibi bekleyen bir sürü yolcu var, hele şu kalabalık genç grup . Hepsinin elinde birer çalgı var. İnşallah aynı vagona düşeriz. Ama biz son vagondayız.
Tren yanaşınca perona, abimle bindik, pulman koltuklarda yerimizi aldık. Camdan ellerini tutup bırakamayanlar, mektup yaz sık sık diyenler, içeri girip sevgilisine son kez sarılıp inenler, elinde mendille ağlayanlar. Amcam, rahmetli yengem ve Seçil, biz gözden kayboluncaya kadar el salladılar ardımızdan ve trenimiz Eskişehir ovasında düdük çala çala, kırk yama seccadeye benzeyen , su birikintileri buz tutmuş tarlaların ortasından oyuncak bir tespih gibi uzandı gitti…Lületaşından bir tespih bir bahar seli gibi akıp gidiyordu…
Bir bahar seli gibi yolumdan akıp geçtin…
****
Ben o sene kelimelere takılmıştım. Çok seviyordum kelimeleri. Hele hecelere ayırmada üstüme yoktu. Öğretmenimiz Türkçe'de iki sessiz harfin yan yana gelmeyeceğini söylemişti. O zaman nasıl heceleyecektik? Tren mesela ? Ayıralım bakalım hecelerine, ti-ren. Olmadı. Bir daha .Tren! Aferin! Peki - Troleybüs! Hecele bakalım! Tı-ro…Yok yok, tro-ley-büs! Güzeelll.
İşte böyle hece oyunları oynarken ben, hava karardı ve zaten gitmeye pek de gönlü olmayan trenimiz yavaşladı, önce bir ileri bir geri gitti geldi, sanki yerini beğenmemiş gibi sürdü bu gidiş geliş . Kumda eşelenen bir tavuğa benzetip güldüm içimden. Sonra hızlanır gibi oldu ve birden durdu.
- Neden durduk evladım? dedi yaşlı bir teyze,
- Karşıdan tren geliyormuş onu bekliyoruz! dedi başka bir yolcu. Durma süresi uzayınca, trenin kaloriferinden çıkan buğu, camın soğuğuyla birleşip ince ince sular akmaya başlayınca camlardan… Hem sıcağın hem de beklemenin etkisiyle oflamalar puflamalar başladı.
Gözlüklü bir beyefendi yemekli vagondan geldi , yanımdan geçerken öyle bir alkol koktu ki midem bulandı. Trenin zaten kendine has bir kokusu vardır. Yolcuların kumanyaları , kaloriferden çıkan ısı, traversler , hatta cam, camdaki buğu, buğuya çizilen kalbin bile bir kokusu vardır. Bak siz de anımsadınız !
Sarhoş yolcu , rezalet rezalet diye söylendi. İki saatlik tehirin daha ilk yarım saatinde isyan bayrakları çekilmişti bile…Ben kaderime razıydım çünkü trenleri çok ama çok seviyordum , gitse de dursa da…Çünkü trenleri babam yapıyordu…
Duraklama o kadar uzadı ki artık rötarlıydık! O zaman hep beraber heceleyelim. Rö-tar…
****
Böyle zamanlarda vagondaki herkes ahbap oluverir, teyzeler birbirlerine kazak örneği verir, sen nerelisin ben şuralıyım, aa öyle mi benim de eltimgillerin daysıgiller oralı gibi sohbetler, elden ele dolaşan üzümlü kekler, kıymalı börekler, bir yolcunun çıkınından çıkan ama bütün çocuklara yeten çerezler, kibarca –buyrun okuyun diye uzatılan gazeteler. Vagondaki herkes yıllardır tanışıyormuş gibidir. Herkes akraba, dost, herkes yıllardır komşu sanki…
Geceleri vagonun içindeki her şeyin aksi camlara vurur bilir misiniz? Gerçekle yansımayı toplayınca bir mahalle insan oluverir bir anda. İşte ben böyle şeyleri düşünüp bir yandan da kelimeleri hecelerine ayırırken, vagonda yanık bir ses yükseldi;
Elif dedim be dedim aman
Yar ben sana ne dedim?
Kuş kanedi kalem olsa aman
Herkes önce dondu kaldı sonra ayağa kalkıp kim söylüyor diye bakanlar, bir anda gencin etrafını saran çocuklar, off off diyerek eşlik edenler…
Ne güzel türküydü bu. İlk defa duyuyordum ama ben türküden çok sözlerini sevmiştim. Sevdayı bilmeyen birini bile ağlatacak bu sözler benim çocuk kalbimi de yerinden oynatmıştı.
Ah yazılmaz benim derdim …
Genç delikanlı kendinden geçmiş bir halde sazını çalıyor, yanındaki arkadaşları da ona eşlik ediyorlardı, , belli ki hepsi arkadaştı. Yaşasın o gençler bizim vagonda!
Vagonumun insanları türküyü söylerken, ben de ismimin ne kadar kötü olduğunu düşündüm. Evet ya, bu ne biçim isim böyle. Hiç kibar değil, üstelik bir kız isminde u harfinin işi ne! Birden abime çevirdim gözlerimi . Acaba o isminden memnun muydu? Sormak da işime gelmedi. Neden mutlu olmasın dedim kendi kendime, ismi ne güzel, hem ulusal bir bayram adı, hem de içinde z var, f var, r var… Ahhh ama ben. Leyla olsaydı adım ya da Bahar. Mesela şu türküdeki Elif…Ne kadar kibar, ne kadar asil…Keşke adım Elif olsaydı…Heceleyelim , E-lif…
O zamana dek , elindeki kitaptan kafasını bir kez bile kaldırmayan bir başka genç , türküyü duyunca sanki kör karanlıkta birisini görmüş gibi uzun uzun dışarı baktı. Ben cama vuran yeşil gözlerini gördüm, yeşil değil belki de elaydı bilemiyorum. Kitabında bizim apartmandaki sigorta kutularındaki işaretlere benzer çizimler vardı. Karşısındaki meraklı teyze yanındaki yolcuya Kanlıkavak'ta bir genç kızın kendini astığını anlatıyordu ki fırsatı kaçırmadı,- Öğrenci misin evladım? Dedi. - Elektrik mühendisi … Bitiremeden sözünü ben atıldım; benim de amcam… diyecektim ki gençler bu sefer alkışlarla neşeli şarkılara geçtiler. Yolculardan üşenmeyip sekiz vagonu geçip, lokomotife kadar gidenler mütemadiyen makinistten haber getiriyorlardı. Makine bozulmuş, başka bir lokomotif gelecekmiş onu takacaklarmış…
'Haydaaa ,,, lanet olsun, nerden bindik kardeşim, bir daha binersem…'
Amannn binmeyin o zaman dedim içimden… Ben trenleri seviyorum .
Gençler rötar haberi alınca daha da coştular, şarkı değişmiş bir de darbuka çıkmıştı meydana.
İnce giyerim ince, pembe yakışır gence
İnsan bir hoş oluyor sevdiğini görünce… Allahhh sonunda bildiğim bir türkü… Fırladım gittim yanlarına , çok güzel iki abla koridorda oynuyorlar beni de aldılar aralarına…
Ooooo sen yana ben cama… İkimizin resmini çıkarsınlar yan yana…
Alkışlayanlar, tempo tutanlar, başka vagonlardan gelip ne oluyor diye bakanlar…
Abim cama yaslanmış hayretle beni seyrediyordu, hiç oralı olmadım. Yabancı mı amcalar teyzeler, kaç saattir beraberiz! Hem ben çocuğum. Patlayacak değildim sıkıntıdan. Tabii senin isminde U da yok, mutlu mutlu oturursun öyle. Zaten amcam ona Tommiks- Teksas da vermişti, okusundu işte.
Ooooo sen yana ben cama… İkimizin resmini çıkarsınlar yan yana…
****
Şarkılar kah ağlattı kah güldürdü yolcuları ama tehir uzadıkça ve çoktan sönmüş kalorifer yüzünden vagon buza kesince sesler yükseldi yine. Üşüyenler, acıkanlar, ağlayan bebeler…
Neşeli gençler de efkarlanmışlardı. İçlerindeki yeşil yemyeşil gözlü kız, Azeri türküleri söylüyordu,
Bu gala daşlı gala, cıngıllı daşlı gala…
Elinde bağlaması olan abi,
-Nuray, Orhan Baba'dan patlat bir tane dedi. Kız tereddüt etti, - Arif hoca kızar dedi, hafifçe öksürdü ve başladı:
Hatasız kul olmaz, hatamla sev beni…
Sazının tellerine vurdukça sesler yükseliyor, iki vagon arasındaki sarhoşlar, yaşlı amcalar, yalnız yolcular eşlik ediyorlardı, buram buram efkar kokuyordu vagon.
Hatasız kul olmazdı madem bu tehir babamın hatası olsa da fark etmez. Ben treni hatasıyla seviyordum…
****
İki saate yakın dururken bir ovanın ortasında tren , camdan yol yol akarken buharlar, vagonumun mutlu, yarı uykulu insanları, türküler türküler. Derken keskin , tiz düdük sesleri geldi peş peşe. Kalkıyoruz diyenler, inanmayıp camdan bakanlar, rahat bir nefes alanlar.. Sonra…
Sonra …Karşı yönden gelen mavi tren ışıl ışıl hızla geçti yanımızdan. Ben cama yapışmış geçen trenin ışıklarının aydınlattığı vagonları sayıyordum. Benim yaşlarımda bir kız, o da cama dayamış yanağını, el salladı. Elim havada kaldı , çoktan gitmişti tren. Bizim trenimiz de homurdanarak, gıcırdayarak, rayların üzerinden önce yavaş sonra hızla kaydı gitti. Gökyüzünden bakan biri de benzetmiş midir bizi bir tespihe. Lüle taşından bir tespih…
***
Dün elimden kayıp düşen melek bibloyu yapıştırırken aklıma o lületaşından melekler, Eskişehir, o son vagon, vagonumun insanları , o gençler ve şarkılar geldi aklıma.
Elif türküsünü ezberlemem için, vagondaki gençlerin, şimdi amansız bir hastalıkla savaşan saz üstadı Arif Sağ'ın öğrencileri , yemyeşil gözlü kızın geçenlerde hayata veda eden ve o gözleri bağışlayan Nuray Hafiftaş olduğunu anlamam için otuz beş yıl geçmesi gerekiyormuş demek…
İşte bazen anılar bir bahar seli gibi yolunuzdan akıp gider ve o anıların oyuncuları tek tek gönül penceresinden ansızın bakıp geçerler … Tıpkı şarkıdaki gibi…
Bir yangının külünü yeniden yakıp geçtin…