Seni düşündüm dün akşam yine

Sonsuz bir umut doldu içime

Bir de kendimi düşündüm sonra

Bir garip duygu çöktü omzuma…

99 yılı , coşkulu bir 19 Mayıs günü Ata’mı hediye etmişti bana sabah yağmurlarıyla… Ben çok gençtim. Umutlarım genç…N e güzel bir yıl demiştim, ne güzel bir yaz bizi bekliyor.

Ada büyükşehir olmamış daha… Lojmanlardaki mezbaha da lüks bir restorant değil. Bahçesinde azman iki köpek. Bir sabah koşusunda kovalamışlardı da beni zor atmıştım kendimi bir evin bahçesine . Akşam vakti dayanılmaz kötü kokulara yeni sağılmış süt kokusu karışırdı. Sağlı sollu mısır tarlaları. Sütçü Ayşe Teyze’nin tarla içindeki küçük evi. Annemler’’ o evi müteahhit almış,sütçü Ayşe apartman sahibi olacakmış’’ dediydiler. Uzun boylu, yeşil pardösülü, az gülen az konuşan Laz Sütçü Ayşe..

Serdivan Karakoluna giden yolda yeni yeni kooperatifler ,’Biz de kooperatife girdik ‘diye anneme müjde veren komşu teyzeler… Mısır ve pancar yerine apartman dikilen tarlalar…

Söğütler, iğdeler yerine garaj artı beş kat binalar…Faik Baysal’ın Sarduvan’ı mı burası?

Şimdi sizin yeni kampüs yolu dediğiniz o yol bizim çocukluğumuzun piknik yoluydu. Anne baba önde , dört çocuğun çay bardağı şıkırtılarıyla şarkılarla pikniğe gittiği o yol…Kekik toplayıp ,mantar aradığımız patikanın duble yol olacağını o gün söyleseler inanmazdık tabi..

Ata’nın yarı kırkını uçurmuştuk mesela Şehitler Tepesinde. Şehre bakan ıssız bir tepe.O tepe de sitelerle doldu şimdi ya neyse….

O gün , o gecenin günü Ata’m iki aylık kucağımda. Çarşıda gezdik. Mutluydum, anne olmuştum, hem mesleğimi yapıyordum hem çok sevdiğim sunuculuğu.

Kendi arabamız, şehrin en gözde caddesinde kendi evimiz.Hem de beşinci kat! İstatistiklere girecek bir mutluluk yani. Kendi kendime söz veriyorum, çok iyi bir anne olacağım…

Hatırlıyorum, O yıl Çark caddesi trafiğe kapanmamıştı daha ve kalplerimiz de sevgilere…

Ben uzun uzun bakıp caddeye bu şehri neden çok sevdiğimi düşünmüştüm. Bilseydim cadde son gecesine hazırlanıyor hiç öyle bakar mıydım?

Annelerin nazarı değmez ,süt keser !derler, değermiş meğer…

Nazar değmiş gibi,

Göze gelmiş gibi,

İşte öyle bir şey…

****************

Hani yıldızlar yanıp sönerken

Hani bir yıldız kayar ve insan

Hani bir telaş duyar ya birden

İşte öyle bir şey…

Gece olduğunda kaç saniye sürdüğünü bilemediğim o deprem gecesinde beş katlı binanın beşinci katında zaman durmuştu, yıldızların saçlarımıza değdiği , binlerin yıldız olup kaydığı o gece…

Apartman daireleri birer tabuttu , müteahhitler cellat. Fay hatları inşaat sahiplerinden daha merhametliydi ki sadece bir kişiyi yutmuştu. O gece Marmara’da yüzlerce binada binlerce kadın, erkek, çocuk veda etti yaşama. Hoşça kal demeye zaman bulamadan , kimi geceden rüyasını görerek ,kimi ertesi günün planlarını yaparak, kimi gülerek kimi ağlayarak, kimi namazda, kimi yavrusuyla el ele...Birer yıldız gibi kayıp gittiler...

Çark Caddesinde binalar secde eder gibi yattı kalktı dediler görenler, yıldızlara uzansam tutacaktım diyenler oldu…

Keşke o odada ben yatsaydım ,kolonları kesmeseydik diyenler, daha fazla kat için daha çok feryad edenler…Günler sürecek acılı bekleyiş, bir tavadan, bir cüzdandan umuda kapılmak.

O gece bir şehrin, çok şehrin, bir ülkenin kaderi değişti yeniden çizildi.

Tarih kitaplarına ve hafızalara kazınacak bir felaket için parlıyordu yıldızlar..

Uyumayın! Der gibi …

Ölmeye yatmak gibi …

İşte öyle bir şey…

*************

Hani ıssız bir yoldan geçerken

Hani bir korku duyar da insan

Hani bir şarkı söyler içinden

İşte öyle bir şey…

‘’İstediğiniz şehre yerleşin ,gidin burada durulmaz”dediler..

Çoğu gitmedi,gidemedik…Bırakmadı gençler Çark Caddesini, Karaağacı, Eski Rejiyi. Terketmiyordu kimse.Terketmiyorum!yazıyorduk enkazlara. Gidenler de yeminler ederek gidiyordu döneceğine dair. Issız bir kasabada ‘’yaşıyor gibi ‘’yapıyorduk aslında. Bir güç çekiyordu insanları hayalet şehre. Katil nasıl terk edemezse cinayet mahallini biz de öyle gidemiyorduk bir yere. Dar Sokakta cevşen satışları rekor kırıyordu televizyonda da enkaz görüntüleri.

Japonlar gelmiş diyorlardı,demişler ki bu şehrin altı sütlaç gibi… Nasıl yani? Sütçü Ayşe’den aldığımız sütle yaptığımız fırında sütlaç gibi mi? Yaşadığımız şehri Japonlardan öğreniyorduk…Asıl etkileri on yıl sonra görülür diyen psikologları dinliyor, on yıl mı ? daha çok var! Diyerek bir çadırkentten bir çadırkente çaya gidiyorduk.

Prefabriklere kadın eli değiyor, güller, kasımpatılar açıyor, komşuluklar kuruluyor, sarmaşıklar arasından yeni aşklar filizleniyordu. Aşk ölmemişti ki!

Dünyanın dört bir yanından yardım kolileri geliyor, içinden çıkan Japonca, Yunanca ,Fransızca notları anlamayan çocuklar oyuncakların diliyle anlaşıyor,dünya televizyonlarında Türk çocuklar İngilizce Hello! diyordu.

Saç kremsiz de oluyormuş diye gülüyorduk kardeşimle. Beş kapılı dolap yerine naylon sepetler daha kullanışlıymış mesela… Bir çardak altında on beş kişi de yatabiliyormuş, aynı anda aynı yöne dönmek şartıyla…Taşıma suyla değirmen dönmüyormuş ama tencereler kaynıyormuş pekala…

Sadece…

Hani eskiden balkonlarından çay şıkırtıları, kahkahalar gelen bir apartman olduğunu bildiğimiz bir boş alandan geçerken..Hani tam şurası çocuk odası mıydı acaba diye içimizden geçirirken...Hani apartman hayaliyle müteahhite verilen Sütçü Ayşe’nin evinin yerinde yeller estiğini görünce…Hani bir korku duyuyorduk ya…

Fısıltılar duyar gibi, gölgeler uzar gibi…

İşte öyle bir şey….

***************

Sokak desen sokak yoktu, yol desen yol. Açık bakkal görünce sevindiğimiz, elimizdeki paranın beş para etmediği, limonun lükse girdiği, vidanjörün hasretle beklendiği o günlerde ilk kez Ata’nın aşısını yaptıracak doktor ararken burkuldu ayak bileğim Bulvarda. Ülkemin yüreği çadır kentte çamura düşmüş ekmeği yiyen çocuğa burkuldu…

Cebimizdeki paranın değil kalbimizdeki umudun prim yaptığı günler…İş hanları ,apartmanları yerle bir olanlar zengin değildi artık, tek katlı kagir evinin bahçesinde tulumbası olan, çeşmesinden su akan zengindi…

Serdivan’da bir mahalle çeşmesine götürdü babam bizi ikinci gün… Ata’yı, elimizi yüzümüzü doyasıya yıkadık, bidonları doldurduk şükrederek…Akan çeşmeler vardı ya hala şehirde bu bile şükretmeye değerdi…Hayat devam edecek demekti…Zaman zaman o çeşmenin yanından geçiyorum , o günleri hatırlamak ve unutmamak için…Unutursam ölürüm derler ya…

O gün suyu kana kana içerken gizli gizli ağlamıştım.

Hayattaydık , yaşıyorduk , daha ne olsundu?

Ne mi?

Giden dostlar,

Tanımasam da adlarını bilmesem de şehrimin insanları, hemşehrilerim…

Su kılıç gibi kesiyordu boğazımı, güneş tam tepede yakıyordu, ben içtikçe yanıyordum, su içtikçe kesiyordu boğazımı…

Kılıç gibi…

İşte öyle bir şey…

*************

Hani eski bir resme bakarken

Hani yılları sayar da insan

Hani gözleri dolar ya bazen

İşte öyle bir şey…

Sobayı , etrafında sohbeti, közde patatesi, kestaneyi, dolmuşa binmeyi, seyyar satıcıları yeniden keşfettiğimiz, her şeyi yitirebileceğimizi anladığımız için samimi dualarla sahiden şükrettiğimiz o günlerden kalan resimler var elimde.

Arkadaşlarım, ailem…

Hayatta kalmanın , günaydın diyebilmenin, nefes almanın ne büyük bir lütuf olduğunu anlamış da öyle bakmışız resimlerde.Birbirine yaklaşarak, az tebessümle ama içten gülerek, gidenlerin hatırası incinmesin diye çok da abartmadan yaşam sevincini…Öyle bakmışız gelecek günlere…

Ata’nın ilk bayramı ayıcıklı odasında değil barakada. Dedesiyle babası kendi elleriyle çatmışlardı direklerini, tek tek döşemişlerdi ahşapları. Ne sevinmiştik yıkılmayacak bir barakamız var diye…

Ata ‘nın ilk bayramı …Elinde şeker, Japonyadan gelmiş bir ayıcık…Ata yıkmış sınırları, dünya gerçekten bir köymüş…

Bayram sabahı soba yanıyor.

Yanıyoruz.

Gidenlerin acısıyla yanarken kalanlar kendi küllerinden doğarlar…

Hani efsanedeki kuş gibi…Yana yana yeniden doğmak gibi …

İşte öyle bir şey….

**********

Hani bir yağmur yağar ya bazen

Hani gök gürler ya arkasından

Hani şimşekler çakar peşinden

İşte öyle bir şey…

Felaketin üçüncü gecesiydi sanırım. Bahçede her sarsıntıda Allahhh diyerek tutarken ellerimizi, gece postası çığlık çığlığa geçerken Mithatpaşa’dan , Altınova’dan akın akın insanlar Lojmanlara doğru Sakarya taşacakmış!diyerek koşarken…

Benim hayatımda ilk kez ve çok utanarak Çark Mesire’de bedava bebek bezi sırasına girip sıram gelince bebe boyu kalmadığı için sıradan çıktığım, başkalarının ebatlarına bakmadan koli koli arabalarına yüklediklerini görünce daha çok utandığım ,Çark suyuna atlayıp göle karışmak istediğim, eve gelene dek ağladığım o günün gecesi…

Annemin cevizin dibinde tek başına korkmadan yattığı o gece…

İlk damla düştü alnıma…

Araladım gözlerimi..Ata bebek arabasında yüzünde en az otuz sinek ısırığı , süt kokulu ağzı yarı açık…Onu da ıslatıyor yağmur. Babam…Babam yok çardakta… Babam çardağın dışında bir sandalyede oturur vaziyette. Biz yerde rahat yatalım diye sandalyede uyuyan babam, babamın daha yeni ağarmaya başlamış saçlarına düşen damlalar…

Usul usul yağan yağmur şiddetlenince birbirine sarılan çocuklar. Yağmurla yıkanan tozlu yollar, sel olup yokuşlardan akan acılar, mikroplar gibi acılara da iyi gelen su…

Yağmura sevinen biz…Yağmurla yıkanan şehir.

Gidenlerin ardından ağlar gibi bir yağmur, gidenleri son kez yıkar gibi…

Kutsal gibi, kutsar gibi…

Feryad eder gibi gürleyen gök,

Bir anne çığlığı gibi çakan şimşekler..

Sabah…

Güllerin yaprağında yağmur taneleri, çatıdan tıp tıp tıp sesler..Ata’nın kalp atışı gibi.

Ata’yla babam yağmur kaçağı…

Hayat su gibi dupduru yeniden avuçlarımızda.

İşte öyle bir şey…

*********

Yıllar sonra…

Hatırladığımda , yazarken bile boğazım düğüm düğüm…

Kalpte bir avuç cam kırığı,

Bilekte bir kesik gibi…

Boğazımda kılıç yarası…

Hani dün gibi,

Şimdi gibi ,

Şu an gibi…

Tam şu anda başımda dans ederek kayan yıldızlar gibi…

İşte öyle bir şey…