Sevgili Yolcu,

Bir garip yolcu dedemin; Hicri 20 Şevval 1338 - Miladi  7 Temmuz 1920 Mengen’de çam ormanlarının eteğindeki köyümüzde    başlayan  hayat yolculuğu 30 Cemâziyelevvel 1438 de yani 27 Şubat 2017’ de aynı köyde son buldu.

Abdullah’dan olma, Firdevs’ten doğma, üç yaşında ağzında sütle öksüz kalan ,  her köy çocuğu gibi hayata çit sarmaşıkları gibi tutunan Sabri…Bolu dağlarındaki çamlar köknarlar gibi hem dimdik hem de  daha çocuk yaşta gurbette oradan oraya savrulan   yayla çiçeği gibi naçar…

Gece gündüz çalışan, açları doyurup  kendisi kimi aç kimi tok yatan gencecik bir  yamak,  sonra usta, daha sonra  ustaların ustası aşçıbaşı Sabri Demir  dedem…

Cumhuriyetin kuruluşundan üç yıl  önce  doğan, Mandela’dan iki, Kenndy’den üç yaş küçük, büyük dünya bunalımını, atom bombasını, komünizmin çöküşünü, komünist Çin’in kuruluşunu,  İkinci Dünya Savaşını, Kore Savaşını, uzaya ilk adımı, İran- Irak Savaşını, Berlin Duvarı’nın yıkılışını, Sovyetlerin dağılışını görmüş…

 Dünyanın  son 97 yılının tüm bunalımlarına , afetlerine,  icatlarına, değişimine, insanlığın çöküşüne, ihtilallere, Türkiye tarihine   tanıklık etmiş  dedem…

Hep şükreden, sadece şükreden, çocuklarına haram lokma yedirmeyen, rızkı az da olsa çok da olsa Yaradan’a hamdü senalar olsun diyen, ağzı dualı dedemin adı “Sabri “idi ama “Sabır “ derlerdi, Sabır Ağa… Adı gibi;  sabrın, mütevazılığın, itikadın, teslimiyetin ete kemiğe bürünmüş hali…

Köyün en güler yüzlü delikanlısı, en şakacısı, en dürüstü.

İkinci Dünya Savaşı’nın kasıp kavurduğu  yokluk yıllarının en sıcak yazında. Bütün köy, sapsarı buğday başaklarını altın gibi yığmışken harmana ve  düven sürerken genç Sabri ,  köyün kızları, gelinleri  yalvarırlar,

-Ohh Sabır Ağa, n’olusuğn burçak tarlasını çığırıve!  Sabır Ağa kırmaz gelinleri , hele Konaklı Geline hiç kıyamaz ,  hem döner harmanda hem söyler,

Sabahtan kalktım ki ezan sesi var

Ezan da sesi değil yar yar burçak yası var …

Köyün kızları, gelinleri başlarlar hep birlikte söylemeye,

Amanın kızlar ne zor imiş burçak yolması

Burçak tarlasında yar yar gelin de olması…

Güneş bakır bir tepsi gibi yanmakta, terler alınlardan boncuk boncuk akmakta, döngel ağacının altında buz gibi  bir herke ayran ve bir bebek yatmakta, gökte goca guş dönmekte… Anadolu’nun küçücük Türkmen köyünün harmanından, yoksulun  zengine, köylünün ağaya, ezilenin ezene isyanı olan bir türkü  yankılanmaktadır.

Ancaaakkk , dedem asla  isyan etmez , hep  sabreder hep şükrederdi.

Kıssadan Hisse, “Sabır ve şükür imanın iki yarısıdır”. 

****

İkisi kız, biri  erkek 3  evlat, 11 torun, 14 torun  çocuğu, 1 de torununun torununu gören

 2  kez Hacca gitmiş dedem.  

97 zemheri, 97 nevruz, 97 yaz, 97 harman, 97 hıdırellez, 97 Ramazan,  97 yılbaşı gören dedem…

İstanbul’da asker, köyde çiftçi, Kırıkkale’de aşçıbaşı…

Asıl adı “Ali Ruşen” olan ve “Bizden selâm olsun Bolu Beyi’ne 
Çıkıp şu dağlara yaslanmalıdır …” diyen Köroğlu gibi ,  dağla taşla ağlaşmış,  çamlardan oğul  oğul ballar yemiş, yaylalardan çiğdemler derip çilekler tatmış, ceviz dokuyup ahlat indirmiş, karacalarla yarışmış , üveyiklerle söyleşmiş, göletlerde serinlemiş, kuşağındaki bazlamaya taze soğanı katık etmiş, kirenleri kuşlarla üleşmiş, sırrını kimselere demeyip “ebe karaçamlara” fısıldamış  bir adam…

 Yalan söyleyebilir mi, kalp kırabilir mi, şirk koşabilir mi, ağzından ağu sızabilir mi? Vallaha da  billaha da  olmaz…

”Halktan uzak, Hak’a yakın “ Babahızır ‘ın hemşehrisi dedem, Allah’tan başkasına sığınabilir mi? İsyan edebilir mi?

 Vallaha billaha olmaz…

Kıssadan Hisse, Sakın yerli yersiz  yemin etme- vallaha deme- derdi dedem…Karşındaki gerçek Müslümansa zaten sözüne inanacaktır. Müslüman yalan söylemez…

****

…Beyaz giyme tanırlar seni yolcu sanırlar

Zaten bende talih yok seni benden alırlar…

Bir garip yolcu dedemin 97 yıllık yolculuğunun son saatlerinde onun  yoğun bakımdaki halini seyrederken  anladım ki o zaten çoktan bitirmiş bu dünya ile hesabını.

Şimdi şimdi anlıyorum ki ben uzaktan geldim diye, kırılmayayım diye cevapladı sorularımı, Nihal’le benim gönlüm olsun diye içti ovmaç çorbasından iki kaşık, sudan iki yudum… Yoksa o zaten doymuştu bu dünyaya çoktan  geçmişti nurlu  eşikten…

Onun bir “vav” gibi yatışını görünce ürperdim ve sadece elini tutabildim.Yanına usulca  uzanıp” çifte vav “olmak için neler vermezdim..

Yok yok  son kez  öpmedim… Öpemedim. Neden mi? Utancımdan…Benim yıllarca yalan söylemiş, gıybet etmiş, nefsine yenilmiş bu cehennemlik dudaklarım onun o cennet kokmaya başlamış   yanaklarını kirletmesin diye…

Vedalaştık, helalleştik, tekrar geri döndüm, bir şey diyor musun? dedim…Uzun uzun baktı ve  gülümseyerek fısıltıyla;

Herkese çok selam söyle…

Bu dünyadan göçerken  bile  telaşsız, sakin, güleryüzlü, kendinden emin, kalanlara selam eden dedem…

Ama.. Bir tuhaflık vardı…Ölmek üzere olan o ,  korkan ben…

Ben arkamı dönmüş yürürken dedem ve yoldaşı pirler, evliyalar, melekler   selatü selama durmuşlardı bile. Son kez dönüp baktım, dedem  beş dakikalığına sıyrıldığı aleme çoktan  dönmüş “Lebbeyk Allahümme Lebbeyk…diyerek zikrediyordu…

Ben koridora dar atmıştım ki kendimi , keskin bir çam kokusu kapladı havayı, tek tük rahmet damlaları düşmeye başladı, serçeler kanatlandı yüzlerce, sapsarı buğday başakları salındı tatlı bir yelle, alıçlar, kirenler meyveye durdu, geyikler höyüklerden aştı, keçiler sütlendi, karıncalar yuvalandı, Şiyeri’nden sular fışkırdı göz göz, telli poğlu bir gelin kız eğildi doldurdu su testisini, adı Emine…

Ertesi gün , ikindide defnedilen dedemi akşam ezanında ziyaret ettiğimizde kabrin üstünde  mor lacivert bir deli menevşe  karşıladı bizi  gülümseyerek…

 Ah dedem ahh ,  Mevlana gibi, “ben ölünce ahh avah etmeyin” diyen, ölümüyle bile ders vermeye devam eden dedem…

Kıssadan hisse, O ölüden diri çıkarır, diriden de ölü çıkarır. Yeryüzünü ölümden sonra o canlandırır. Ey İnsanlar, İşte siz de kabirlerinizden böyle çıkarılacaksınız…( Rum-19)

****

Ahhh keşke…

Çok sevdiğiniz birini kaybettiyseniz anlıyorsunuzdur beni. Keşke daha çok vakit geçirseydim, keşke şunu da deseydim , keşke bunu da yapsaydım…Keşkeler…

Hayata dair keşkeler arttıkça ahiret duyar feryad edermiş, -peki ya ben?- diye

Dedemin kabriyle vedalaşıp en güzel hatıraları kalbimize hapsedip Ankara’ya dönerken…

Dualarım ağıtlara karışırken…

İşte gidiyorum çeşm-i siyahım

Aramıza dağlar sıralansa da …derken içimdeki yankılar…

-Yol uzun gibi aslında çok kısa- diye fısıldadı dedem…

Size yazımın başında neden “Sevgili Yolcu” dediğimi şimdi anladınız mı?

Kıssadan Hisse; Hepimiz bir garip yolcuyuz…