Bir kitabı okurken, romanın kahramanlarıyla tanışmak ya da olayın geçtiği şehirleri, mekanları görmek için can attığınız oldu mu? En son ne zaman?

Ben geçtiğimiz yaz başı Buket Uzuner’in “Su” kitabının ardından başladığım ” Toprak” da yaşadım bu hissi. Toprak, uyumsuz gazeteci Defne Kaman’ın maceralarını anlatan ikinci kitap. İlkinde yani Su’da çoğumuzun yolunun en az bir kere geçtiği Kadıköy’de gelişirdi olaylar. Baylan Pastanesi, Balıkçılar Çarşısı, Beyaz Fırın, sahaflar, liman… Kitabı bitirdiğim hafta Kadıköy’de Beyaz Fırın’dan ay çöreği alırken bulmuştum kendimi.

Toprak ‘da bu kez Çorum’da çıktı Defne karşıma. Uzuner neden yer olarak Çorum’u seçmişti, memleketi miydi? Çorum’a mı dikkat çekmek istemişti? Hem okudum hem merak ettim. Okudukça, sayfaların içinde kayboldukça bir Çorum merakı aldı beni. Kitap bittiğinde Alacahöyük, Çorum Müzesi, Hattuşaşı bir an önce görme isteği sardı. Ama nasıl? Ne bir akrabamız vardı ne de bir tanıdığımız Çorum’da yaşayan ne de gitmek için bir vesile…Kırıkkale’den öteye geçmemiş ben…

Zamana bıraktım umutla. Belki mucize…

Sadece iki gün sonra Hitit Üniversitesi’nden bir davet geldi e-postama. Bir kongre daveti.

Nerede mi? Çorum…

Hani bir şeyi çok istersiniz de birden oluverir ya, mucize gibi…

************

Geçtiğimiz hafta, sonbahar güneşiyle kimi kızarmış, kimi sararmış ağaçların, elma ayva bahçelerinin, coşkun ırmakların eşliğindeki yolculuk sonunda vardık Çorum’a Hatice Hocamla.

Çorum’da ilk tanıştığımız âdemoğlu bir taksici. On beş yıl önce Adapazarı’nda yapmış askerliğini. Ada’yı soruyor bize. Belli ki özlemiş, sesi titriyor sanki…

Ya da bana öyle geldi…

Nazlana nazlana girdiğimiz pastanede sadece yarım saat sonra, kalkıp gitmek istemeyen, neredeyse orada sabahlayabilecek iki genç kız oluyorduk birden. Sağlı sollu masalara baktım tek tek. Bizim gibi koyu sohbete dalmış iki üç kadın arkadaş, çay kahve içenler, aileler, gençler, öğrenciler. Birbirini bakışlarıyla rahatsız etmeyen medeni insanlar. Kahvenin her yudumunda, her telvesinde Çorum yıllardır yaşadığımız bir şehir oluveriyordu. Dolunay vardı, üşütmeyen tatlı bir esinti. Birden caddenin karşısında çocukluk arkadaşımı gördüm sanki. Kediler, ağaçlar, Çorum’un kaldırımları bile çok ama çok tanıdıktı. Sadece bir saat içinde Çorum memleketimiz oluvermişti. İşte şu köşedeki evde yıllar önce akrabalarımız oturmuştu… Ya da bana öyle geldi…

Ertesi gün Hitit Üniversitesi’nde hem akademik çalışmalarımızı sunduk hem de çok güzel dostlar edindik.

Hitit Üniversitesi’nin dinamik, vizyonu geniş rektörü Reha Metin Alkan hoca, muhteşem bir organizatör ve akademisyen Menderes hoca,

bizi sevgiyle ağırlayan genç bilim insanları İsmail ve Menekşe hoca,

çat kapı girdiğim okullarında bana yardım için seferber olan ve yanımda götürdüğüm kabaklı lokumla teşekkür etmeye çalıştığım Mum Temel Lisesi müdür ve çalışanları,

Her fırsatta aynı masaya oturup derin derin sohbet edip en köpüklü kahveleri içtiğimiz adeta evimiz olan Kaymak Pastanesi’nin kibar ve efendi garsonu Alparslan,

Pastanenin temizliğinden sorumlu, elinde tertemiz bezi, kınalı saçları tülbendinden taşmış, güler yüzlü teyze…

Teyze burada insanlar nasıl geçinir? Soruma şaşkın şaşkın bakarak –çalışarak- diyecek kadar saf, ekmeğini taştan çıkaracak kadar da çalışkan insan.

Ben kırmızıda geçince alıştığımız üzere küfredip el kol hareketleri yapmayıp kibarca buyurun diyerek yol veren sürücüler,

Çöpsüz yollar, türkü söyleyerek parktaki yaprakları toplayan işçiler…

O iki günde tanıştığımız herkes sanki bizim içim “iyi insan” rollerini oynayan tiyatrocuydu ve sahneleri de Çorum’du… Bu kadar iyi niyetli, misafirperver insan bir araya gelebilir miydi? Kesin genlerinden, Hititlerden geliyor diyor gülüyorduk aramızda.

Çorum Müzesinden gelen bir ses, bir Tanrı sesi “evet” dedi.

Ya da bana öyle geldi…

************

Alacahöyük’te, Hattuşaş’ta ,Boğazköy’de 4000 yıl önce yaşamış Hititlerin izini sürerken ya bir anıtın ya bir mağaranın ardından çocuk sesleri geliyordu çağlar öncesinden.. Ağaçlardan birinden bir şey attı çocuğun biri. Saçıma çarptı düştü. Eğildim aldım. Meşe palamudu. Attım cebime Ata’ya vermek için. Kesin sincap da vardır buralarda diye mırıldanıyorum.

-Yok diyor bir kadın sesi. Buralarda leopar ve fil yaşar…

-Sen kimsin diyorum,

-Ben Puduhepa, Hitit hükümdarı III. Hattuşili`nin karısı…

Ellerinde ekmekler var ben sormadan o söylüyor:

-Fırtına tanrısı için üç ekmek kırdım, üzerine zeytinyağıyla bal döktüm...

Birden müzik sesleri geliyor bir tapınaktan. Şarkı sesleri. Hattili çocukların sesi bu. Savaşçıların üzerlerinde kısa etekler, sunaktaki kurbanların taze kan kokusu, adam boyu küplerde zeytinyağı, alıç, nar, buğday, arpa… Kazanlar kaynıyor, etler yufkalar pişiyor saçlarda. Ortalama ömürleri 35-40 olan bu kısa boylu ama tarihin en çalışkan insanları şölen alanında dans ediyorlar.

Oradan uzaklaşırken elimdeki pet şişeden bir yudum su içiyorum ki… Kayalıklardan biri sesleniyor bana. Hitit Kralı Hattuşuli’nin sesi değil mi bu?

“Ekmeği yiyeceksin, suyu ise içeceksin.”

Ya da bana öyle geldi…

*********

Dünyanın merkezinde bu güneşli muhteşem günde biz hızla uzaklaşırken uçsuz bucaksız topraklardan, Bursalı Hülya Hocam -bakın dün akşam UFO gördüm- diyerek telefonundaki fotoğrafı gösteriyor. Neden olmasın? diyorum.

Demek Çorumluların misafirperliğini onlar da duydu diyor ve gülüyoruz Hatice ve Nermin hocamla. Nermin, Zuhal, Hatice, Hülya… Memleketleri, bilim dalları farklı, kalpleri sevgiyle dolu öğrenmeye aşık dört kadın her fırsatta gülümsüyoruz objektife.

Ne demişti Virginia Woolf;

Ne hoş bir güzelliği vardır hafif adımlarla, dünyadan gülümseyerek geçenlerin…

******

Veda vakti…

Emekli memur taksici Muharrem Amca götürüyor bizi terminale. İki çocuğu üniversitede. Biri konservatuar biri fizyoterapi okuyor. Çalışmazsam okutamam ki diyor. Çalışmak güzeldir diyor, anneleri koliyle yemek yollar diyor. Gözlerim doluyor. Deniz diyor bir de…

-Çorum da çok mutluyuz. Bir de deniz olsaydı…

Saat kulesi “gitme” diye ışıl ışıl ağlarken arkamdan, sevgili Çorum’a yine dolunay eşliğinde ve dilimde bir türküyle veda ediyorum.

Sevdiği adam Hüseyin’e kavuşamayınca intihar eden sevdalı bir kadının yaktığı bu türküyü yıllarca Bedia Akartürk’ten, Neşet Ertaş’tan dinlemiştim ama bir Çorum türküsü olduğunu yeni öğrenmiştim.

Gayrı dayanamam ben bu hasrete

Ya beni de götür ya sen de gitme

Ateş-i aşkınla yakma çıranı

Ya beni de götür ya sen de gitme…

Kızılırmak kenarında dolunayı ayna yapmış, saçlarını tarayan periler görüyorum otobüsün camından. Bir alageyik boynuzlarında yıldızlarla su içiyor.

Ya da bana öyle geldi…

******

Peki dünyanın merkezi gerçekten neresi?

Google haritalarında dünyanın merkezini Çorum olarak gösterdi… Haberi asparagas çıksa da…

Ben inandım ki…

Dünyanın merkezi, evlatları okusun diye gece vakti direksiyon başındaki taksici emekli memur Muharrem amcanın kalbi…

Dünyanın merkezi senin benim kalbim!

Dünyanın merkezi Kaymak Pastanesi’ni temizliğini yapan, kınalı Zeliha teyzenin çatlamış elleri…

Dünyanın merkezi senin, benim ellerim…

Dünyanın merkezi, Dalgıçlar Otelin gece müdürünün gözlerinin “burada güvendesiniz “diyen gözbebekleri.

Senin, benim bizim gözlerimiz.

Dünyanın Merkezi , Çorum Mum Temel Lisesinde çaresiz bir eğitimciye çare olan eğitimcilerin ruhunda yanan ateş…

Senin, benim bizim ateşimiz.

Dünyanın merkezi…

Hititlerin, Sümerlerin, Romalıların, Selçukluların, Anadoluluların,

İnsan olabilmiş tüm Çorumluların, Sakaryalıların, İzmirlilerin, Mersinlilerin, Nermin, Hatice, Hülya hocalarımın aklı, kalbi, vicdanı…

Nasreddin Hocanın demesi;

Sen neredeysen dünyanın merkezi orası…