(1)

Sevgili Yolcu,

Sizlere, annesini kaybeden annemin yaşama nasıl küstüğünü  ve sonra  kardelenler gibi nasıl yeniden yaşama tutunduğunu anlatmıştım.

O yıllarda annem, bulaşık yıkarken ama çokça pencerenin önünde bize kazak örerken iki ters bir düz giden şişlerin şıkırtısında  hep aynı türküyü söylerdi;

Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar, aşrı aşrı memlekete kız vermesinler… Kına gecelerinin vazgeçilmez  bu türküsünün,

Babamın bir atı olsa da gelse… kısmı benim ilgimi daha çok çeker, dedemi bir at üstünde bizim yokuşu çıkarken hayal ederdim…

 İşte, annemin annesinin eşi, yani annemin  babası, yani dedem, bu acı olaydan yaklaşık iki yıl sonra,  şakacı  bir Haziran ikindisinde atla değil  yürüyerek   çıkagelmişti mutlu  insanlar sokağındaki evimize…

Neden mi şakacı? Onu sonra anlatırım. Ah Haziran! Seni şakacı seni! Dedem gibi…

Hayat arkadaşını kaybetmiş, altmışındaki bu adamın geriye doğru taranmış kırlaşmış saçları, hiç kravat takmadığı halde yaka düğmesini de sımsıkı  iliklediği kareli gömleği ve muhtemelen  anneannemden  yadigar saç örgülü süveteri  çocuk  ilgimi çekmişti hemen.

Besmelesiz adım atmayan  bu adamın her “elhamdüllilah” deyişinde  serçeler kanatlanıyordu kalbimde. Daha geldiği ilk ikindi vakti, apartmanımızın camına çarpıp ölen bir serçeye dört  kardeş toplanıp çam fidanımızın dibinde cenaze töreni yapışımız dün gibi aklımda. Pamuklara sarmıştık serçeciği . Ölümün soğuk hançeri küçücük ama derin ve de kapanmayacak bir yara açmıştı  yüreğimizde. Fatiha okuyup amin der demez pencereden bizi seyreden dedemin bakışlarıyla karşılaşmıştım. Hafif  bir tebessümle seyrediyordu bizi. Belli ki korkmadan ölümle bu kadar haşır neşir olmamız mutlu etmişti onu .

Kıssadan hisse; Her canlı bir gün ölümü tadacaktır…

***********

83 yılı, filmlerini hiç seyretmediğimiz ama adını işittiğimiz Yılmaz Güney’in ve yasaklı olduğu için şarkılarını dinleyemediğimiz Cem Karaca’nın vatandaşlıktan çıkarıldığı yıl. Afyon uçağı Esenboğa’da piste çakılmıştı, Reşit Karabacak güreşte Avrupa şampiyonu  olup altın madalya kazanmış, Çetin Alp Eurovision’da   Opera şarkısıyla sonunculuk almıştı. Bütün bunları da  TRT‘den  spiker Orhan Ertanhan’dan öğreniyorduk.

O Haziran akşamı ,dedem duysun diye fısıltıdan daha yüksek sesle , aynı yaşlıların yaptığı gibi Bismill..diyerek oturduk  çoluk çocuk sofraya. (Büyük olanı daha sesli okuyun diye  harflerle özellikle oynadım…) Babam yok sofrada. Babam Almanya’ya görevli gitmiş. Dedem soframızın büyüğü. O da mırıldanarak besmele çekiyor.  Mis gibi tarhana çorbası , tereyağlı keşli makarna , bahçedeki  marullardan limonlu  salata, erik kompostosu…Güle oynaya yenen yemek bitince yine dedemin gözünün içine baka baka , koro halinde Elhamdüllilah…

Dedem hep dua ediyor, dedem hep seccadede, eli ya tesbihinde ya köstekli saatinde, kulağı hep ezanda, ya bir hadis anlatıyor ya bir dua öğretiyor bize. İmanın şartını, İslamın şartını sayıyoruz tek tek.

Yemekten sonra televizyonun karşısına  geçtik. Eğlence programında  Nurhan Damcıoğlu çıkıyor ekrana. -Oy dingala dingala- derken  elbisesinin püskülleri de bir o yana bir bu yana savruluyor. Biz gülerek seyrederken dedem hiç bakmıyor, saatiyle ilgileniyor, dua mırıldanıyor. Anlıyorum ki dedem çok  sevmiyor eğlenceyi.

Annem bir tabak elmayla giriyor içeri. Kıpkırmızı küçücük elmalar.

 Ferik mi? diye soruyor dedem. Ferit mi? diyorum.  Dedem ilk defa gülüyor. (dedem kahkaha atmaz…)

Kıssadan hisse; Ferik (Ferit değil –karıştırma- Ferit Tarık Akan’ın filmlerdeki adı!)  bir elma türüdür, küçük ve tatlı olur, yeşil çizgileri de vardır…

*******

Gece ilerlemiş, arka balkondan cırcır böceği sesleri geliyor kulağıma. Elimde “Suna Tatilde” kitabı, başım koltukta yana düşmüş. Tatlı bir uyku basmış gözlerimi. Tülün desenleri arasından aydede  göz kırpıyor bana. Leylak kokulu ve çocuksu  bir huzur var içimde. Küçükler uyumuş, büyükler direnmekte uykuya. Dedem ne anlatıyorsa   fısıltıyla, annem ağlıyor. Duyabildiklerim;  son, dua, kader, hastane,  mukadderat, anne, mezar, yas…Yas…Ne  kısa ve ne güzel bir kelime diyorum içimden. 

Bir de elleri. Dedemin ellerini de sevmiştim. Yıllarca çalışmış, saban tutmuş, tüfek taşımış, tahta kaşıktan kepçeye kadar tüm mutfak aletlerini maharetle kullanmış, sonra dua etmiş, gözyaşlarını silmiş, yorgun eller… Aklıma dedemin bayramlarda yirmi otuz  kase sütlaç yapışı geliyor, üzerlerinde torunların  tarçınla süslenmiş baş harfi. Herkesi kendinden çok düşünen dedemin tarçın kokulu elleri…

Eller , eller, eller… Bir şarkı çalınıyor kulağıma televizyondan. İlk kez duyuyorum, Yıldırım Gürses ve Emel Sayın birlikte söylüyor;

“Mektup yazar naz eder, Kışlarımı yaz eder,  Açılır niyaz eder…” derken ve Emel Sayın’ın   narin elleri bir kuğu gibi salınırken , annemin çekmecesinde sakladığı mektuplar geliyor aklıma. Postacının- Demirellll! - diyerek apartmana girdiği ve bizim havada kaptığımız mektuplar...

 Sıradaki eser ; Mevsimler yas tutup çöller ağlasın… Söyleyen sanatçının  Adapazarlı olduğunu bilmiyorum, dinliyorum sadece…Leylaklar dökülüp güller ağlasın… bitince yenisi başlıyor;

Bir garip yolcuyum hayat yolunda
Yolunu kaybetmiş perişanım ben

Mecnun misali gurbet ellerde

Ümitsiz bir aşkın kurbanıyım ben…

Annem kalkıp sesini  açıyor, ışığı kapatıyor, uyuyan çocukların derin solukları, ay ışığında dedemin duvardaki gölgesi. Gölge oyunu seyreder gibi dedemin gölgesini seyrediyorum. Çenesi oynuyor konuştukça. Çokça kadere imandan bahsediyor. Birden…Gözyaşları görüyorum duvardan inen. Gölgeler  ağlar mı? Dedemin gölgesi ağlıyor. 

Yalan dünya her şey bomboş

Hancı sarhoş yolcu sarhoş… derken şarkı ben de başlıyorum ağlamaya. Kucağımdaki tek gözü kopmuş bez bebeğe sarılıyorum. Annem annesi için, dedem eşi için, ben… Serçeler, görevdeki babam, evimize girmesini hiç istemediğim ölüm, sınıfta çalınan kokulu silgim,  çizemediğim harita, ezberleyemediğim kerrat cetveli, dizimdeki yara kabuğu…böyle şeyleri düşünerek ve hatta zorlayarak  kendimi  ağlıyor ve dedemin gölgesini  seyrederek derin bir uykuya dalıyorum…

Kıssadan hisse; Çocukları  an’lar , büyükleri  hatıralar   ağlatır…

********

Bir garip yolcu dedemin; Hicri 20 Şevval 1338 - Miladi  7 Temmuz 1920 Mengen’de çam ormanlarının eteğindeki köyümüzde    başlayan  hayat yolculuğu 30 Cemâziyelevvel 1438 yani 27 Şubat 2017’ de aynı köyde son buldu.

Nasıl mı?

Ama şimdi başlarsam ağlamaktan yazamayabilirim… Bir ara anlatırım sevgili yolcu, söz…