Yıllar, çok uzun yıllar önce , size hep bahsettiğim mutlu insanlar sokağında…

Çok daha uzunken çocukluğumun Ramazanları. Sahurdaki karpuzlar daha kırmızı, iftarlar daha neşeli ve bereketli, teravihler daha kalabalıkken.

Birbirinden akıllı ve yaramaz bir sürü çocuk, kim daha çok oruç tutacak diye yarışır olmuştuk. Güneş çok kızgındı, su bile içememek çok zorlu ama biz çocuklar da çok kararlıydık. Ya tutacaktık ya tutacak!

Mutfaktan odamıza sızan ışıkla uyanırdım sahura bir de radyonun sesi. Bu kadar çok kanal , bu kadar çok ağlayan vaiz de yoktu,tek kanal tek radyo. .”Hocam telefonla boşayabilir miyim hanımımı diye soran da yoktu.

Radyoda sahur özel programı (nedense beni ağlamaklı yapacak kadar içli ) bir tasavvuf müziği ile başlar, inanmanın ödülü cenneti anlatan hadislerle devam eder, Apikoğlu pastırma ve sucukları reklamıyla bölünür nihayet Karagöz ve Hacivat ile uykum iyice açılırdı: Hayyy Hakkkkkk.

"Hay Allah, ezannn!” sesiyle uyandığımız geceler, annem uyuyakaldı demekti ki bu da babam çayı kaynar kaynar içecek, ezana da son suyunu zor yetiştirecek anlamına gelirdi.

Yine de sular içilir, niyet edilir ve sabah namazı kılınıp yatılırdı. Şimdi hiç duymadığım horoz sesleriyle renkli rüyalara dalardım…

Sabahın ilk saatleri kolaydı. Zor olan, o sıcakta Kur’an kursundan dönüşte içimizde beliren oyun canavarına dur diyebilmek ve evde oturabilmekti. Ağaçlar vardı çıkılacak, daldan dala atlanacak, sonra bisiklete binilmeliydi (kırmızı Pinokyo) dizlerde yıllarca kalacak derin yaralar açılsın diye. Yüreklerimizde derin yaralar yoktu henüz. Ve sadece oruçla bile cennete gidilir sanırdık. İlk namazım gibi ilk orucumu da babam anlatmıştı, neden tutulur, neden sevaptır?

Öğlen sıcağı iyice bastırınca oruç tutmayanlardan biri oyun alanında belirirdi:

- Hadi yakartop!

Hem de bu sıcakta hem de oruçlu! Çoğunlukla “annem sen oruç tutamazsın dedi “diyerek bu farzdan kaçan küçük yaramaz , bizi oyuna teşvik eder, dili damağına yapışmış bu mümin çocuk gurubunu şeytanla tanıştırırdı. “Peki o zaman” der başlardık. Yakartop biter istopa geçer, çizgiden sıkılır ayakipi atlardık. Saatler saatleri kovalar, dallarda kirazlar erikler bize güler, biz susuzluk ve açlıktan bitap düşerdik.

Bize ertesi gün , bir sonraki gün de oruç tutturabilecek tek ödül Lojmanlardaki fırına pideye gidebilmek dönüşte de küçük bakkaldan Çokomel ya da Tipitip almak olacaktı tabii.

Beklenen olur, annem pide almaya git diye elime para tutuştururken ben pek de istemeyerek gidermiş gibi bir tavırla evden çıkar, köşede ayağında Adidaslarıyla beni bekleyen Deniz’le buluşunca evine ekmek götürme derdine düşmüş dört çocuk annesi bir kadın edasıyla fırının yolunu tutardım.

Deniz’le yaşımızdan büyük felsefi konuşmalar yapardık. Bir akşam yine pideye giderken , “ben erken ölmek istiyorum”dedim. -Neden? dedi.

-“Çünkü ne kadar çok yaşarsam o kadar çok sevdiğimin öldüğünü görürüm, üzülürüm”. dedim. Deniz masmavi gözleriyle beni bir süzdü, dün akşam patenden düşünce sıyrılan kolu ilişti gözüme. Saçlarının sarı lülelerini geriye attı, -Bence bencillik! dedi. Bencillik kelimesi hoşuma gitmedi kendime yakıştıramadım. İlk defa hemen ölmemeye uzun yaşamaya karar verdim o anda….

* * *

Sarı Duraktan çıkışımız dış dünyaya merhaba demekti. Kasaptan dönenler, filelerle meyve taşıyanlar, dolmuştan inen telaşlı adımlar ve o akşamlarda hiç bitmeyecek sandığım pide kuyruğu. Tam o sırada Lojmanlardaki kıraathanenin televizyonundan reklam sesleri geliyordu: Banker Kastelli, Blaupunkt, Perma şarp, Aymar…

Emekliler, kucağında çocuklu kadınlar, kuyrukta tanıştığımız kızlar , eli yanmasın diye Tercüman ya da Kelebek gazeteleriyle bekleyen deneyimli çocuklar. Fırının sıcağı yaz sıcağına karışır, yaşlılar enflasyondan dem vurur, tek başına o yıl iktidar olan Özal’ı yere göre koyamazdı berber Osman, Bülent Ersoy’un mahkeme kararıyla cinsiyet değiştirmesinden fısıltıyla bahsederdi kadınlar aralarında…Cem Karaca ve Yılmaz Güney’in vatandaşlıktan çıkarıldığı, Eurovision’da Çetin Alp’in Opera şarkısıyla sonuncu olduğumuz o yıl…

Bir ileri bir geri gidip gelen kürek bir çocuğa çarpar, kuyrukta bir karmaşa olur –hooppp yavaş usta! sesleri yükselir ama sonunda herkes sakinleşir pidesine kavuşurdu. Pideler de tabii daha büyük, daha lezzetli ve daha susamlıydı. Ellerimiz yana yana, üfleyerek ama evde bekleyen oruçlulara kendimizi feda ederek eve döner dalından yeni kopmuş domateslerle bir de salata yapardım.

Zaman yine geçmez bir daha sokağa çıkar ,oruçlu olmayan ama son bir saat kala “ben de oruçluyum” diyen çocuklara zabbar zabbar diye bağırır, ” valla oruçluyum “derse şart olsun dedirtir yine inanmazsak çıkar bakalım dilini der, böylece zabbarı suçüstü yakalardık. Oruçla dalga mı geçilir diye kendi aramızda çarpılmaktan korkar, sadece dakikalar kala adet olduğu üzre ezan taklidi yapan bir başka yaramaza (ki o da kesinlikle erkektir) kahkahalarla güler ve sokakları boşaltır sofraları doldururduk. Balkonlardan bahçelerden çatal kaşık sesleri, Allah kabul etsin duaları , o zaman dutluk değil ama alabildiğine mısır ve pancar tarlası olan tarlaların tepelerinden nazlı nazlı batmak üzere olan güneş…

Oruç tutmak büyümek demekti , orucu tutmak da doyabilmek. Hiç içemeyeceğim sandığım suya kavuşunca karnım hemen doyar yine oyuna ve arkadaşlara susardım.

* * *

Eğer 32 Evlere Bekir Dede’ye davetliysek yemek belliydi: Kıymalı pide, , iftariyelikler, illa ki çorba ve erik kompostosu.. Masaya sığmayan biz çocuklar yer sofrasındaki yerimizi alır, hemen yakındaki Su Kenarı Camiinden gelen ezan sesiyle suya saldırır, -top patlamadı akıllım! diyerek güle oynaya yemeğimizi yerdik. Pilavlı kaşığın kompostodaki yağ izini hiç sevmez kasemi geri gönderirdim. Rahmetli Fatma Babaaannemiz hiç itiraz etmez, hiç kızmaz, yiyin çocuklar diyerek kıyması taşmış pideleri tabağa doldururdu. Zarafet Sokaktaki 5 no. lu bu ev küçücüktü ama onların kalbi bir gecede yirmi kişiye sofra kuracak kadar genişti…

Sofra duasından sonra erkeklerin çay içtiği odaya girmez girersek de Muhittin Amcaya yakalanırdık: -Gel bakalım der ve sorardı: 6 kere 6 ,36 , kaç eder? Kimbilir kaçıncı kez muhatap olduğumuz bu soruyu ilk defa duymuş gibi gözlerimizi açarak dinler, Otuz altı!!!diye haykırır, kocaman bir aferin alırdık. Bitti mi? Hayır. Muhittin Amca, bekçi elbisesinin içinde derin bir nefes alır ve başlardı: Peygamber Efendimiz kaç yılında doğdu, kaç yılında öldü, çocuklarının adı? Allahtan hanımı Sakine teyze bizi çekip kurtarır, ahiret suallerinin hepsini eksiksiz cevaplayınca derin bir ohh çeker kendimizi bahçeye atardık.

Çay şıkırtılarının ardından bu kez annem teravih için seslenirdi. Kaçırılır mı bu eğlence? Anneler önde, biz namaz örtülerimiz uzun eteklerimizle arkada, minik ayaklarımızda terliklerle köprüden geçer, 32 Evler’in yolunu tutardık..Dere coşkun akar, pis kokar, her evden birer ikişer çıkan çocuklar camiyi doldururduk. Teravih çok uzun biz de çok çocuk olunca kıkırdamalar Allahuekber seslerine karışır, öksürükle yapılan ikazlar biz gülme krizine girince azara dönüşürdü .

Arnavutların evinin önünden sessizce geçer , bakkaldan çekirdek alır, geç vakitlere kadar tren sesleri eşliğinde Nihal ve Vildan’la ilahi söylerdik.

Güzel aşık cevrimizi
Çekemezsin demedim mi?
Bu bir rıza lokmasıdır
Yiyemezsin demedim mi?

* * *

Ahhhh çocukluk…

Mahalleden bir kaç çocuğun tepsideki kaymakları satmaya çalıştığı, annelerin omuzlarında hırkaları gezintiye çıkıp yarınki iftara değişik tarifler verdikleri gecelerde kimse televizyon kurbanı değildi. Arkadaşımızın ruh halini facebooktan değil kendi ağzından dinlediğimiz günlerdi yani. Uçak sadece üstümüzden geçerken el salladığımız, binme ihtimalimizin olmadığı bir taşıttı, evimizdeydik, güvendeydik, bunu da facebooktan değil kendimiz sözlü ifade ederdik.

Erkekler teravihdeyken eline tepsi alıp türkü söyleyen Nurcan Teyze , annemin fıkraları, Nazmi amcanın şakaları.. Şarkılar türkülerle bir Ramazan gecesi daha biter, yaklaşan bayramın telaşı çocuk kalbimizi sarardı.

* * *

33 sene önce…

Mutlu insanlar sokağında, son trenin son vagonundaki tanımadığım yolcuya el sallar ve cır cır böceklerinin ninnisiyle uykuya dalardım. Şimdi uyumalı, sahuru kaçırmamalı , oruçları tutmalı, sevaplar almalı, zaten çocuk olduğum için hak ettiğim cennete kanatlanmalıydım.

Bekir Dede, Fatma Babaanne, Muhittin Amca, Sakine Teyze ve niceleri…Hepsi Hakka yürüyüp gittiler, nurlar içinde yatsınlar.

5. No.lu bahçeli evi Nazmi Amcayla Nurcan Teyze elden geçirip anılarımızı yaşatmayı seçtiler. Yarın akşam iftara o eve gittiğimde , küçük kıvırcık bir kız beni kapıda karşılar mı? Anılar asılı mıdır hatmi çiçeğinde? Sofralar, altı kere altı otuz altı sesleri, annem , babam, kardeşlerim, arkadaşlarım, ziline basıp kaçtığımız evler, yarım bıraktığım olmamış armutlar, koruklar, ilahiler…

Ahhh yarım oruçlarım,

Ahhhh yanmış oruçlarım

Ahhhh yanlış oruçlarım

Ahhhhh suuu suuu diye inleyen çocuk oruçlarım…

* * *

Uyu!Uyu! Nasılsa gece Karagöz beni uyandıracak:

Yıktın perdeyi eyledin viran, varayım sahibine haber vereyim hemannnn!