Neden soruyorlar ki adımı durmadan? Bir dakika, şimdi hatırlayacağım…

Tam da dilimin ucunda, ama bekleyin…

Sahi, benim adım neydi?

'Hadi söyle adını' diye ısrar etmelerinin nedeni ne olabilirdi?

Ben hala uyuyor muyum ya da uyandım mı?

Sanki bir salıncakta sallanıyor gibiyim.

Her taraf tam aydınlık değil, hava sisli mi, yoksa güneş artık gri mi doğuyor?

Gördüğüm rüya neydi ve ben neden hala aynı rüyayı görüyorum ya da bu rüya değil ve ben uyanmaya başlıyorum.

Rüya bile olsa neden hiç kimse yok ve ben neden hiç kimseyi göremiyorum.

Acaba uyansam mı, yoksa bıraksalar da ben olduğum gibi mi kalsam?

Ha bire sağımı solumu çekiştiriyorlar.

Canım yanıyor mu bilemediğim gibi, yoksa farkında olmadığım yabancı bir kentte miyim? Karanlığından bir türlü çıkamadığım sisler içinde yüzüyor gibiyim.

Hem konuş diye ısrar ediyorlar, hem de dinlemiyorlar.

Peki, neden sesimi duymuyorlar benim?

İkide bir yüzüme doğru eğilen ve soluğunu hissettiğim hatta ilk defa değişik gelen kokusunu bile soluduğum bu insan kim?

Uzun uzun yollar, geçemeyeceğim kadar derin su kanalları, bir türlü berraklaşmayan bulanık sular ve ben hep içindeyim sislerin ve beni boğacak kadar coşkulu akan bulanık suların.

Peki, bedenim ve ruhum aynı değil mi ya da ayrı ayrı mı duruyorlar?

Sislerin içindeki bu yabancı yüzler kimin?

Evet; derin, merdivensiz ve dipsiz bir kuyunun içindeyim ben.

Çıkmam mümkün değil, hiç bir umut yok benim için…

Ne kadar ölen akrabam varsa hepsi bir arada…

Tanıdık, tanımadık kim varsa beni çekiştiriyorlar.

Kimi bırakalım gitsin, kimisi de gelmiş, gitmesin madem geldi diye bırakmak istemiyorlar. Bir yandan da ha bire beni uyandırdığını sanan ama benim canımı yakanlar da kim?

Ben ne yapayım şimdi? Gitsem mi, kalsam mı, kime sorayım ki?

Her taraf uçan hayaletlerle dolu…

Beni de alıyorlar aralarına, beraber uçuyoruz, benim bilmediğim ama onların uçtukları yerlere…

Sisler dağılmak yerine sanki tüm dünyayı kaplıyorlar.

Ben gri güneşi istemiyorum.

Çıkarın beni buradan, hadi açın kapıları ya da perdeleri…

Ya da nerede aydınlık varsa beni oraya götürün.

Yoksa yüzümü keskin gagasıyla gagalayan ve keskin pençesiyle yavru kuzu sanıp, kokmuş leş gibi kaldırmak isteyen ve canımı yakan bu kartalların kanatlarının gölgesinde uçmak yerine onların pençelerinde can vereceğim.

Evet, bir parıltı çarptı gözüme ve ben gözlerimi aralamayı başardım.

Ama ille de gözlerimi açıp içine bakıp ışık tutuyorlar sonra da beni gene karanlıkta bırakıp gidiyorlar.

Sonra bedenimi hisseder gibiyim ve biri hiç acımadan ayağıma iğneleri batırıp duruyor.

Sonra da canım yanıyor diye seviniyorlar!..

Ne garip, bana işkence mi ediyorlar acaba?

Ben ne yaptım ki onlara?

Ama canlandım diye de seviniyorlar, hissediyorum karışık da olsa seslerin heyecanından.

Sisler yavaş yavaş dağılmaya başladı.

Kanalların suyu da çekilmeye başladı.

Bulanık sular hala bulanık ve çok soğuk.

Çevremdeki sesler heyecanlı şekilde bir şeyler konuşuyorlar.

Evet, ne olduysa kanallardaki sular az da olsa artık ısınmaya başladı. Ve ben çok heyecanlanıyorum.

Bedenim yerinde ve benim ruhum da onunla bütünleşmiş ikisi tek parça halinde.

Hadi beni fark edin ve ben aranıza gelmek istiyorum.

Bakın ben varım, görün beni ne olur…

Soğuk kanalların içinden dondum.

Harmanda keskin taşlarla donatılmış dövenin altındaki buğday gibi dövülüyordum.

Her tarafım paramparça ve benim her tarafım acıyor.

Kim vurdu benim başıma ağır bir balyozla ki kaldırmak şöyle dursun, ne kaldırabiliyorum yerinden, ne de kıpırdatabiliyorum.

Bütün bedenimin acımasının yanında düşüncelerimde bölük pörçük tek bir düşünce bile yok beynimde.

Hafif bir ışık gene düştü gözlerime. Ama ne ışık, ne de bedenimin tek parça olması benim uyanmama yetmiyor işte.

Uyumaya devam ediyorum, çok şükür sisler beni boğmasa da bu kez attılar beni dalgaların içine.

Dalgalar, dalgalar, ak köpüklü dalgalar…

Beni çekiyorlar içlerine, bıraksalar da varsam kıyıya.

Kıyı hem çok yakın hem de çok uzak.

Oysa bir baksalar yanı başlarındayım tek bir el hamlesi ile beni yakalayabilirler dalgaların arasından…

Bu ışık, ikide bir benim gözüme tutulan ışık ve hala ayaklarımın altına acımasızca batırılan iğneler…

Bu kez izin vermeyeceğim size, canımı yakmanız için.

Bırakın şu ayağımı.

Evet, inadına çekiyorum işte.

Ve sanki yer yerinden koptu.

Bir çığlık yükseldi aniden.

Döndü, döndü, geri döndü diyorlar.

Ben nereye gidiyordum ki döndüm.

Oysa ayağımı çekmiştim ve de elimin başparmağını çekmiştim.

Bu sesler kimin, hiç tanıdık değiller, diğerleri gibi…

Ama çok değişik konuşuyorlar…

Ben yine sislerin, tünellerin içindeyim, zaman zaman da sisler içinde sanki balonla uçuyorum yine.

Bu sefer hava biraz daha aydınlık gibi…

Ve yine uyumaya devem ediyorum ben. Yine gittim çok uzaklara, hiç tanımadığım insanların arasındayım şimdi.

Gün uzar yüzyıl olur misali ne kadar daha uyudum bilmiyorum.

Ama bu uykum esnasında vücudumun tüm parçaları düşlerim gibi yerine gelmişti ve sıcacık bir ortamda gözlerimi araladığım zaman aydınlık bir ortamda bana eğilmiş ve belleğimde yarım yamalak kalmış kokusu ile mavi gözlü bir çift göz vardı.

Tıpkı deniz gibi, yalnız beni boğan dalgalar yoktu içinde.

Nasıl da parlıyordu, güneş sönük kalıyordu yanında…

Artık fazla hareketli olmasa da bedenimi kıpırdattığım gibi başımı da oynatabiliyorum.

Geri geldin, hoş geldin diyordu bana, yanağıma narin parmaklarını dokundurdu, bir bebeğin yanağına öpücük koyar gibi.

O tebessümü ömür boyu unutamam…

Saf, aydınlık ve sevgi dolu…

Sonra kolumu kaldırdığım zaman yattığım karyolaya bağlanmış ve serum takılı olduğunu gördüm.

Demek ki ben hastanedeyim, bembeyaz örtülerin arasında solmuş yüzüm ve hala yeşil yeşil baharı müjdeler gibi bakan umut, yaşam vadeden gözlerimle merhaba dedim çevreme, donuk bakışlarımla…

Demek ben hastanedeyim, gidip gelmişim.

Hiç umut yokken ne olduysa oldu ve hala yaşama çok sıkı bağlıyım ki inadına inadına geri gelmişim.

Sisler arasında dans eden hayaletler ve tanıdık ya da tanımadık onca yüz ve yalvaran seslere ve bırakmak istememelerine rağmen geri gelmişim.

Bütün bunlar benim uykulu halimdeyken beynimde şekillenen rüya mı, halüsinasyon mu desem, onların parçaları olmalıydı…

Sonra uzun zamandan beri hiç imtihan olmamıştım.

Bana parmaklarımı saydırıyordu esmer mavi gözlü beyaz önlüklü doktorum.

O esrarlı kukusuyla. Sonra bu sorular kolaydan zora doğru uzadıkça uzadı. Hayret veren bakışlarla beni izliyordu.

Hep yeşil renkli gözlerime övgüler yağdırıyordu.

Sonra da bir çocuğu ödüllendirir gibi soru cevap sonunda bir tek alkışlamadığı kalıyordu. Aferin üstüne aferin hiç düşmedi dilinden.

Ben sanki onun küçük öğrencisiydim.

Bütün soruları cevaplamanın sonunda sınıfı geçen bir öğrenci edası ile elmalı şeker ya da bir çikolata verecek sanmıştım.

Oysa o çekip gitti, çocukça sevinçle…

Sonra kapıdan çıkar çıkmaz hemen geri geldi, sahi senin adın neydi?

İşte direndim adımı demeyeceğim diye.

Çünkü bana ne olduğunu söylemeden adımı ne yapacaktı, elbet yazılıdır bir tarafta.

Adımı öğrense ne olacaktı ki!

Ama merakını gidermek için bana doğru eğilmesini rica etmiştim çünkü sesim çok çıkmıyordu.

Bedeninin o güzel kokusu benim tüm ciğerlerimi doldurdu.

San ki leylak kokusu gibi ya da dağlardaki kekik veya çayırlardaki çimen kokusu gibi duru, tertemiz, ferahlatıcı.

Kulağına fısıldadım adımı, sadece güldü adımı duyunca 'Hadi iyisin iyisin bak adını da hatırladığına göre çok iyisin demektir' diyerek büyük bir memnuniyetle ayrıldı…

Ben vurgun yemiş gibi ya da bir çuval külçe gibi yığılmıştım yatağa.

Kalkmak istesem de beceremiyordum bir türlü.

Sonunda iyice kendime gelince anlattılar ki 6 günden beri onların konukları olmuşum.

Hem de bilincim kapalı olarak yoğun bakımda yatıyormuşum.

Çok uğraşmışlar geri dönmem için.

Çok yoğun çalıştığım ve hayatımın en karmaşık döneminde, galiba çok gergin geçen bir toplantı esnasında beyin kanaması geçirmişim.

Sonrasını hiç mi hiç hatırlamıyorum.

Bana soruyorlar, neler hissettin diye, ben kocaman bir hiç diyorum…

Beynim bomboştu. Sanki bilgisayarın beynini temizler gibi temizlemişlerdi.

Çok ama çok korktum ya geçmişi de unutursam ne olacak halim diye.

Sonra baktım ki her şey yerli yerinde duruyor.

Tanrım benim tüm geçmişimi, belleğimi geri verdiği gibi geleceğimi de hediye olarak vermiş ve geri dönmüşüm.

Tek cevap almak istediğim soru vardı.

Ben derin uykudayken benim o yalnız halimi kim paylaştı.

Kimin elinin avucunun içindeydi benim sevgiye hasret yalnız elim.

Kim yüreğindeki sevgi ile bir öpücük kondurdu yanağıma, alnıma ya da burnumun ucuna.

O gelmiş miydi, beni sormuş muydu, merak etmiş miydi?

Bir not var mıydı bir köşelerde saklanan, buruşukta olsa yazılı bir selam…

Artık tek beklentim sevdiklerime elimi uzatıp sevgi dolu yüreklerinin sesini duymaktı. Bekledim, ama kimse gelmedi bir türlü. Bembeyaz hastane odası, boş duvarlar ve sürekli gelip giden hastalar. Çoğu da benim gibi şanslı değillerdi. Trafik kazası geçirenler, düşenler, iş kazası ne dersen vardı. Gencecik insanlar körpe çocuklar ya da yaşlılar hepsi birdi orada. Çoğunun bilinci kapalı olduğu için ne yaptıklarının farkında bile değillerdi. İki, üç aydır şuuru kapalı yatanlar veya yattığı gibi ölenler…

Girdi çıktı sanki yapıyorlardı.

Ne sabır var öyle o görevlilerde. Demek benim şuurum da kapalıyken onlar gibiydim. Tanrım sana şükürler olsun ki beni bana geri bağışladın.

Sonra normal servise taşındım

Ziyaretçilerim gelmeye başlasa da asıl beklediğim vardı, o gelmedi bir türlü.

Benim canım kadınım, sevdiğim adına türküler yaktığım, şiirler yazdığım bir ömrü ve çok şeyi uğruna feda ettiğim kadınım gelmedi.

Karadutum çatal karam çingenem gelmedi…

Beni hastanenin boş odasında yapayalnız tek başıma bıraktı.

Sıcacık sandığım elini uzatmadı bana.

Oysa ben ona yüreğimi vermiştim.

Tek tesellim, beni yüreğindeki son dozuna kadar çarpan heyecanı ile bekleyen oğlum ve annemdi.

Sonra derin uykularda sisler arasında hayaletlerle dans ettiğim gibi, soğuk bir ifadeyle odamdaydı ve hayaletlerden daha kötü görünüyordu, o günlerdir yolunu sesini, yüzünü özlediğim kadınım…

Çok heyecanlanmıştım, kim bilir nasıl sevgi ile atılacak boynuma diye…

Hani hep derler ya hastanenin soğuk, taş duvarları diye.

Çok yanlış bir tanımlama bence.

Duvarların sıcaklığı bile yoktu onda, geldiği gibi çekip gitti ve birlikteliğimizde o an da bitti…

Dünya altı günde yaratılmıştı ve ben altı gün yok olmuşum var olan bedenimle.

Yaşandı sayılan ama olmayan altı gün.

Bir tohum gibi serpildim dünyaya, gönül dağının sarp yamaçlarına.

Açtım gönlündeki bin bir renkte çiçeklerimle.

Kurtlar, kuşlar, böcekler ne varsa yaratılan dost oldum tüm alemle yeni ben ile.

Unuttu gönlüm onu, çoktan küllenmiş volkanın lavları gibi.

Bak, kış bahara durdu, aylardan mart, yarınlar da gülecek bana, son cemre düşecek gönlüme ve yeniden aşık olacağım, seveceğim yeniden dünyayı.

Gönül dağımda yeni Kardelenler açacak, yeni yarınlarda…

Hikmet Metin Çavdar