Bu ülkede yaşayan herkes bir şekilde genel siyaseti anlamayı hatta ona göre konum almayı bir ihtiyaçmışcasına hisseder. Siyasetin günlük hayatımızda bu denli belirgin olması, Türk siyasetinin Batı tarzında profesyonel olamadığını da gösterir. Batıda siyaset, uzmanların tekelinde ve sistemin katı çarkları arasında icra edilen bir işe (mesleğe) dönmüş hâldedir. Siyaset, mekanik olduğu ölçüde muteber alandır. Siyasetin mekanik kurguyla ele alınması, aslında onu kuranın ve kurgulayanın zihin yapısından çok da uzak değerlendirilemez. Sayan (sayısal) ya da biçimsel aklın hem işlevi hem de işlemi, siyaseti belirleyen motor görevini görür.

Böylelikle istatistiğe çevrilen insan, üstüne eklenen şeylerle yığın yapılır. Tek gerçeklik ise, kar-zararın hakim olduğu menfaatler sayılır. Dostu olmayan fakat çıkarları olan devletler sadece kendi aralarında hesap kitap yapmaya alışmaz. Bilakis kendi içlerinde de aynı “ilke”yi sürdürmeye devam eder.

Oysa bizler çıkar ilişkilerinin uluslar arasında kalan bir ilişkiyle sınırlı olduğu inancını taşırız fakat yanlışı görene kadar köprünün altından çok sular akar. Siyasetin mekanik yapısı ve düşünsel durumu, Türk siyasetini okurken bizlere uzaktan destek sağlar. Yakından bakıldığında başka unsurlar devreye girer.

Acaba Türk siyasetini aşağıdan bakarak okuduğumuzda hangi resimleri görebileceğiz? Bu siyasetin genel hatlarına, varsa bir ilkesine ulaşabilir miyiz? Gerçekte olan şey, zaten bir yönetilen olarak onu anlamayı denemek değil midir? Ona göre konum almaya çalıştığımızda sahi nereye düşeriz ?

Türk siyasetinin genel hatlarını tanımlarsak, herşeyi tanımlamış olmayız şüphesiz.

Önümüze çıkacak kaba bir manzara, detayları atlamayı beraberinde getirir fakat onun içinde ya da onunla birlikte yaşarken (ona maruz kalırken) başka hangi imkanla olup biteni seyredebiliriz ki?! Şimdi; Türk siyaseti, modernleşmeden bu yana ağırlıklı olarak Batı eksenlidir. Kalan ağırlığı, komşularına, bölgeye yani Batı dışına koyar. Türkiye’de eksen değişmesi tartışmaları, sanki Türkiye’nin bir ekseni varmış da dışına çıkmış gibi aktarılır.

Yahut sabit bir siyaseti varmış da terk ediyormuş gibi gösterilir. Oysa olup biten şey, bir tahtaravallinin salınımına benzer. Bazı kimseler çoklu-değişken siyasal stratejileri, büyük bir kazanım olarak değerlendirir. Halbuki durum farklıdır. Öncelikle; farklı konum almak ile farklı konum üstünden siyasal konum almak, aynı değildir. Sonra; Türk siyasetine postmodern görüntü veren unsurlar, onun gerçekten postmodern olmasından kaynaklanmaz. Olsa olsa genel gidişattan etkilenmesini- etkileşimini gösterir. İşin teknik kısmından başka bir de bizim yaşadıklarımız var: Bizler kültürel ve siyasal şizofreni arasında daha fazla savrulma, salınım yaşarız.

Bu değişik atmosferin Türk siyasetindeki aktörlere de çok iyi geldiği söylenemez: Çabuk tüketen, kahraman ile haini çok sert biçimde ortaya atıp öğüten bir yapı sunar. Herşey çabucak kullanılıp atılmayı bekler. Aktörleri bir an önce sahneye çıkarıp indiren tiyatro müsameresi gibidir. Hele hele siyasi arenaya-iktidara- sistemin içinden değil dışardan yani seçim yoluyla gelinmiş ise roller daha geçici ve uçucu olur. Yani kendini devlet ile özdeşleştirenlerin ister bürokrasiden gelsin ister siyasal örgütlenmeden gelsin fark etmez fazlaca heyecan yapmalarına gerek yoktur.

Kısa zamanda silikleşerek yönetilenlerin yanına gelir fakat bir farkla, cepleri (kazanımları) biraz dolu olarak.

Türk siyasetine başka bir karakterini veren şey, onca değişken arasında sabit kalan yöneten zümre(ler)dir. Bu zümrenin belirli bir ideolojik düşüncesi, onlara göre “ideolojik saplantısı” yoktur. Bunları geniş bir aileye benzetebiliriz; aile ferdleri ne kadar siyasi parti ve düşünce varsa taşır. Dolayısıyla iktidara kim gelirse gelsin kazanırlar. Onların düşünceyle ilişkileri aslında oldukça problematiktir. Düşünce; sadece onların menfaatlerini, bekalarını temin ve tesis eden bir alet hükmündedir. Türkiye’de “Devletin bekasının esas olduğu bunun dışında herşeyin teferruat olduğu” siyasal algısı yerleşmiş vaziyettedir fakat o çok sevdikleri devleti ayakta tutan, kaim kılan şeyin, ondan daha güçlü olan düşünce olduğu unutulur.

Tam da bu noktada Türkiye’deki zümre ideolojisinin düşünceyle olan sorunlu ilişkisinin onu derin bir siyaset yapmasını, kavramasını, üretmesini engellediğini söylemek gerek. Onlar hedeflerine her zaman ulaşır (siyasetin pratik bir şeyden olmasından dolayı) fakat geriye kalanlar yani alttakiler, bir yamyama döner.

Türk siyasetinin en problemli niteliklerinden biri de, iktidara gelenlerin ya da getirenlerin icraatlerinin tam tersi harekette ilerlemesidir. Mesela; işçiler bir sol iktidarda kıyıma uğrar. Ya da İsrail’le antlaşmaları bir islamcı iktidara imzalatırlar gibi. Türkiye’de siyasetin şifozrenik karakteri, düşünce karakterinden daha baskındır. Buyüzden Türk siyaseti yüksek bir düşünceyi değil ağır bir şizofreniyi üretir, diyebiliriz.

En alttakiler olarak, belki hayatı boyunca en altta kalacaklar olarak Türk siyasetine bakınca gördüklerimiz kabaca bunlar. Tabii ki bu manzara Türk siyasetine yüklenebilecek herşeyi oluşturmaz ve tabii ki kendilerini devletin efendisi gören o zümre ideolojisine karşı bizler, zavallı bir varlık olarak siyaseti anlamadan ölüp gitmeyi bekleriz.

Twitter: @servetkzlay