Düşünceyi bir zamana ve mekana hapsetmek, onu siyasi ve coğrafi sınırlar içine tıkmak doğru değil şüphesiz fakat günümüzde düşünmeyi, düşünme tarzından ayırmamak genel geçer bir kabul. Postmodernist teoriler belirli bir akıldan değil birden çok akıllardan bahsetmemiz gerektiğini söyleyerek, bizleri buna ikna etmeye çalıştı. İkna ederken de düşünceyi ve aklı önemli ölçüde değersizleştirdi. ‘Diğer aklılların (düşünme yollarının) Avrupa’ya karşı aynı kıymette olması’ fikri, Avrupa dışında kalanlar için heyecan verici bir söylemdi. Bu söylem görünürde çok güzeldi. Lakin hem sonuçları itibariyle hem de kendi içindeki çelişkisi itibariyle aynı derecede güzel şeyler ortaya çıkarmadı.

Postmodern teoriler, akıl çeşitliliğini/farklılığını Avrupadan başka herkese kabul ettirdi. Aydınlanmadan beri Avrupaya hakim konuma yükselen kutsaldan arınan Tanrılaşmış akıl ise, eleştirilerle dağıtılmadı. Bilakis kendisini daha fazla toplayarak keskin bir şekilde dönüştürdü. Kendisini daha fazla toplamış bu akıl, karşısında dağınık halde duran aklı iyice dağıttı. Aklın çeşitliliğini savunanlar, bir taraftan neden kendi akıllarının ona denk gelemediğini hayretle seyrederken diğer taraftan nasıl olurda çeşitliliğin/farlılıkların giderek silikleşerek, kendisinden kurtulmaya çalıştığı akla benzediğini anlamak istiyordu. Hileli bir zar gibi ortaya hep aynı şey çıkmıştı fakat görülmek istenmedi: konuşurken bütün farklı düşünceler –ne denli zıt olursa olsun- doğru ve geçerli, düşünürken sadece tek bir yol esas oluyordu.

Yani düşüncenin uygun adımla yürüdüğü tek yol; sayan akıldı, niceliksel akıldı, biçimsel akıldı. Farklı bakış açılarına en hoşgörülü, tolerans sahibi olduğunu söyleyen bizler, herhangibi bir şeyi değerlendirirken, düşünürken artık onu rakama, niceliğe çevirmeden anlayamıyoruz. Bunun anlamı, sayamadığımız şeyin aynı zamanda yok olduğunu söylemekti. Bilgimiz sadece saymaktan-sıralamaktan artar demekti. Nihayetinde akıl bir meleke olarak kalb etmekten çok uzak bir işlem parçasına dönüştü, bilgisayar gibi.

Postmodernizmin kendi içindeki çelişkisi ise, Avrupa düşüncesini yıktığını söylediği şeyi Avrupadan yapması, Avrupayla birlikte yapmasıydı. Yani merkez ve referans noktası yine kendi kalıyordu. “Dön baba, dönelim!” deniliyordu. Çeşitli /farklı akıllar taşıyan diğerleri Avrupa kadar değerli olamadıklarını da gizlice onaylıyordu. Bugün mesela bir hintli düşünürün görüşleri, postmodern dahi olsa Avrupalı düşünürlere gönderme yapmıyorsa bilimsel ya da felsefi bir kıymet verilmemesi, bunu bize tekrar fısıldar.

Avrupa düşüncesini daha iyi kavramak için, gittikçe hızlı bir şekilde saymaya başladık. Diğer kültürlerde de sayma yarışı, giderek artan hızla ve hazla devam ediyor. kim daha fazla seri biçimde sayarsa o kadar yarışı kazanacağına ikna olunmuşa benziyor. Japonya’nın bu yarışta maşaallahı var gibi. Hızını alamayıp Avrupa’yı da bazı noktalarda geçtiği istatistik(!) olarak söyleniyor fakat nasıl olurda halen bir “Avrupa” ol(a)madığı söylenemiyor.

Avrupa düşüncesi anlama konusunda uzun süredir bir samimiyet sergilemekteyiz. Bu amaç için çok önemli adımları attık. Dini, sosyal-kültürel sistemde ciddi değişiklikler bunun önemli göstergeleriydi. Lakin Avrupa kendi düşüncesini anlamakta bizim çok hünerli olduğumuz kanaatinde değildir. Bunun nedenini çoğu zaman kendi dışındaki insanların fazla zekaya sahip olmamasıyla, seviyelerinin yetmeyeceğiyle (eski tabirle ilkel olmayla) açıklıyor.

Avrupa kendi düşüncesini anlatma ve aktarma imkanı açısından başka çelişkiler taşıyor: Onun siyasal konumu, bu çelişkileri üreten önemli nedenlerdendir. Yani kendisini anlamak için, hızlıca saymaya gayret edenlere karşı şiddeti dayatarak Demokrasiyi tankla tüfekle getirmeye çalışıyor, şehirlerini yıkıyor, yıkılmasını destekliyor, oralardaki maddi kaynaklarını talan ediyor. Bunca yıkıntı arasında nasıl düzenli olarak sayabiliriz ki?! Kütüphanelerimizin yakılması, el yazmalarının çalınması karşısında nasıl bilgi toplumu olabilecez ki?! Dünyanın en büyük Prehistorya Müzesini (Irak’ta) onlar gibi kurduğumuz halde oradaki eserleri yağmalayıp kendi ülkelerine götürmeleri durumunda nasıl sanat anlayışı üstün bir toplum-kültür kurabileceğiz ki?! Yaklaşık birbuçuk milyon (1.500.000) insanın katledildiği bir yerde nasıl refah toplumundan bahsedebileceğiz?! Avrupa, belirli bir zihni dönüşümünün bu ve benzer yolla yerleştirebileceğinde ısrar ettikçe aslında ona benzemememizi gizlice talep etmektedir ve evrensellik iddialarını sürekli yalanlamaktadır. Öyle ya! Harabeler içinde bizler sakince, akıllı mantıklı nasıl sayabileceğiz, ölçme biçme kabiliyetimizi onlar gibi kullanabileceğiz ki?!

Postmodern teoriler bizlere aklı ve düşünceyi kötülemelerine rağmen “papaza kızıp oruç bozmanın” bir mantığı yoktur. Hiçbir şeyde öz ve sınır bırakmayanların, herşeyi değersizleştirip çöpe gönderenlerin; tersinden yeni ve kat’i sınırlar çektiğini, yeni -hiç olmazsa insanlığa farklı/yabancı- değerler ürettiğini görmek zor değildir.

Twitter: @servetkzlay