Şehirlerin dilini bilir misin? Her biri kendine has bir lügata sahip, sanki gelenlerinin cebini doldurur gibi cümleleriyle. Şiveleriyle, gelenek görenekleriyle, sofralarıyla her bir şehir kendi resmini sergileyen bir ressam gibi. Kime sorsan en güzeli kendi memleketi, kimi dinlesen kendi yöresinden bir renk çalar gönlüne ve konuşur kendi şivesiyle. O vakit bir Karadeniz turuna ne dersiniz, bir Rizeli olarak mavinun yeşile olan aşkını ikram etmek isterim âcizane.

Kapatın gözlerinizi, ciğerleriniz soluduğu o mükemmel havanın lezzetiyle nefes alsın kana kana. Gözleriniz yeşilin her tonundan nasiplendirsin bakışlarını, yeşilin her tonuyla boyasın yüreğini…

Bereketin rengidir yeşil, sayısız çiçekler taşır kucağında, sayısız ağaçların meyveleriyle süslenir ve her tonuyla ayrı bir güzellikte tabiata poz verir. Karadeniz adeta vatanıdır bu harikalar şöleninin, açığından koyusuna gözlere şenlik koca bir renk kartelâsı serilir gözler önüne. “Önüm, arkam, sağım, solum yeşil” dedirten bir çocuk ruhuyla, saklambaç oynamak gelir içinizden, en sevdiğiniz yeşillerin arasında kaybolmak ve kendinizi her bulduğunuzda sobelemek…

Ondandır mavilerin yeşilleri böylesi göz hapsine alışı. Bir yandan; denizin o hırçın dalgalarıyla dokunmak istercesine el uzatması ve bulutların boyun bükmesi yaylalara…

Yağmur bir başka, güneş bambaşka kara denizde. Her şey tabiata yansıyan bu şahane güzelliğin, yüreklere tecessüsüyle yarışır gibi. Rüzgârların en kuvvetlisi, yağmurların en bereketlisi, güneşin en neşelisi, mavin en güzeli kendine kara denize saklamış gibi. Rabbimin suphanallah dedirten tüm güzellikleri sıraya girmiş, her biri ayrı bir mutluluğun, harikalar diyarına bir davetin habercisi. Öyle bir efkâr basar ki birbiri ardına dizili dağları, dumanlı dumanlı etrafı seyrederken, bir şiir yazar sırtlarından akan şelalelerinden.

Kara denizde gün erken açar, erken batar. Sabahın en bereketli saatleri, bulutların gökyüzündeki dansıyla başlar, adımlarınız adedince mesafe farkıyla, yağmurdan nasiplenebilirsiniz. Bir bakmışsınız günlük güneşlik hava, bir bakmışsınız bardaktan boşalırcasına yağmurlar yağıyor. Griler en açıktan en koyu tonuna kadar sarılmış mavilere, bazı yerlerde elinizi uzatsanız neredeyse bulutlara dokunacak gibi; öylesine yelkenleri inmiş misali maviler…

Düzce’den başlayıp, Zonguldak, Bartın, Kastamonu, Sinop, Samsun’a kadar bolca oksijen stokundan sonra, Samsun’da; sahil boyunca uzanmış bir yol, deniz kokusu üzerimize sinercesine kuvvetli esiyor, kıyıya vuran o hırçın dalgalar; adeta alkış tutar gibi, bir karşılama merasimi hazırlığında “Karadenize hoş geldiniz” diyor…

Karadeniz insanının, karakterine sinmiş o hırçınlığı da, kim bilir bu dalgalardan bulaşmıştır belki. Yol kenarlarında çeşitli meyve, sebze ve gözleme satan, arabayla yanlarından geçerken size el sallayan, hiç tanımadığınız, sevimli teyzeler yüzünüzde tebessüme sebep olur.

Gelişmişliğiyle ilgi çeken, yolları başka, sahil kenarında; kendine has dekoratif süslemeleriyle göz kamaştıran çay bahçeleri, parkları, yürüme alanları, bir yerlerden gelen ve sizi takibine hapseden meşhur Bafra pidesi kokuları, güler yüzlü insanlarıyla Samsun burası…

Gez, gez bitmez Samsun, bilhassa Batı kentte mink bir fayton turu tavsiye edilir. Ordu’da bir türkü takılır dilimize;

Ordunun dereleri, aksa yukarı aksa

Vermem seni ellere, Ordu üstüme gelse…

Karadenizin o tarifsiz, kara sevdası; ciğerlerinize kadar hâkim, avuçlarınızda tazecik fındıklar eşliğinde devam eder yol. Hediyelik vakumlanmış fındıklar ayrı, kabuklular, dalından koparılmış tazecik kokulular ayrı poşetlerde alır yerini bagajınızda. Yüreğinize gelir kara denizin o coşkusu, pozitif enerjisi. “Dünya varmış be…” der, atıverirsiniz tasayı, kederi geriye. Giresun’u da geçince, ver elini Trabzon. Rizeli olsam da Trabzon’un hakkını yedirmem. Karadeniz’in incisi, tabiri caizse “Karadeniz’in Paris’i” Trabzon…

Son derece gelişmişliği dikkat çeker hemen, işlek yolları, havaalanı ve akabinde sıralanmış otelleriyle, nezih restoranları, tarih kokan turistik yerleri ve yoğun trafiğiyle kalabalığın resmin çizer adeta. Uzun Göl’de kiremitte balık, Zigana’da et, Akçaabat’ta köfte yemeden, Hamsi köy’ün sütlacından tatmadan, Trabzon’a gittim denmez…

Vee bir heyecan sarar yürekleri, ”Rize’ye hoş geldiniz” tabelasını görünce. Memleket kokusu “derin bir oh” dedirtircesine… Atma türküleri meşhurdur bizim oralarda, şivemin de etkilenmesiyle dile gelir bir türkü;

Gece günduz günlerum, karanluk geçeyiler

Dünya böyle kurulmuş, seveni sevmeyiler

Cebuma kelimeler,diluma düşmeyiler

Bizde yurek yanuktur, Rize’de sevdaluk hep ayuptu…

Yeşille mavinin kavuştuğu şehir; her şey tastamam, yerli yerinde bir doğa harikası size kendini ikram etmiş… Yaylalardan mı başlasam, köylerinden mi, yoksa sahil kenarında keşfedilmemiş o otantik bambulardan oluşmuş çay bahçelerinden mi? Çaylıklarıyla süslenmiş memleketimin kokusu, kara deniz de ayırt edebilecek farkta. Sanki bulutların evi kurulmuş burada, gökyüzüne sanki en yakın yer. İnsan Ovit Yaylasında bulutların üzerinde hissediyor kendini, göz gözü görmüyor bazı yerlerde sisten, mevsim yaz da olsa, hırkaları, kalın kazakları seviyor Ovit.

Eski tahtadan evler, yaşanmış nice hatıralarının imzalarını atmışlar sanki kapılarına, “Yıllar nelere şahit oldu kim bilir buralarda” diye içten geçirmemek mümkün değil. Dağların erimeyen karları duyguları başka boyutlara taşırken, kocaman kayaların altına gizlenmiş papatyalar göz kırpıyor. İkizdere’de derenin karşısında bir bardak çay olmazsa olmazı kara denizin, Çamlık’da bir tava muhlama, bol tereyağında kızarmış alabalık, Çayeli’nde güveçte kuru fasulye, Ayder ‘de sac kavurma yemeden Rize’ye veda edilmez. Bir sevdadır kara deniz, her yerinde ayrı bir hayranlıkla izler bırakır, koca bir terapi cenneti, vitamin deposu, ruhun dinlendiği, kalbin antidepresanı, yeşillerden oluşmuş bir demet şifahane…

Haydi, tulumun o içli sesine, kemençenin enerjisine, bol fıkralı muhabbetlere, kuzinelerinde karalâhanalar pişen, kapıları ardına kadar açık, samimiyetin özne olduğu Karadeniz’e...

Twitter: @elifzorer