19.Yüzyıldan bu yana ipleri elde tutan Avrupa, kendisi dışında kalan bütün kültürlerin ve bölgelerin bırakın kendisi gibi olmasını, yani insanlığın “gelişiminde –değişiminde” öncülük edebilir olmasını, kendi yapıp ettiklerinin diğerler “zavallı”ların anlayacak bir zeka ve kapasiteye dahi sahip olmadığını gururla öne sürdü.

Tabii ki; Avrupa’nın pereferiğinde olan ülkeler, bölgeler, kültürler bu tahkirden hem dolaylı hem de dolaysız olarak yeterince payını aldı. Avrupa’nın zenginleşme sürecinde en merkezi rol oynayan Kolonyalizm, dünyanın uzak ülkelerine de rahat yüzü vermedi. Canlı – cansız herşey, Avrupa’nın “evrenselleştirilmiş” gazabına uğramaktan kurtulamadı. Avrupa’nın gazabı o kadar büyüktü ki; sanayileşme sürecinde –hatta ondan önce- kendi evlatlarını rahatlıkla kurban etmişti. Çocukları maden ocaklarında ölüme terkedenler, kıyıya vuran ölü bir çocuğa alışkındı ve bu tür şeylere çoktan “şerbetlenmiş”lerdi.

Avrupa’nın kazanımlarının altında büyük bedeller yattığını söyleyen bilimadamları ve görüşler, bizlere onun reflekslerini anlamamız gerektiğini telkinlerinde bulunuyordu. Bunda “güzel” olan şey, bu tür görüşlerin Avrupa dışındakilerin acılarını dindirmek için bir teselli, geçici bir ilaç olmasıydı. Bu teselliyi, ilacı almak, fayda vermezse başka yollar bulunması zor da değildi.

Sosyal Bilimlerin politik işlevi hemencik yürürlüğe girecekti: Öyle ya! Avrupa da neresiydi? Tanımı neydi? Bir Avrupa’dan mı yoksa birden fazla Avrupa’dan mı bahsediliyordu? Avrupa aleyhinde meşhur post-modern teoriler de ilaveten devreye girdiğinde; onun dışında kalan bizlerin sanki havele geçirmiş gibi; olmadığı halde sürekli kurguladığımız ve gördüğümüz bir Avrupa hayaleti olduğuna inanmamız kaçınılmaz oluyordu.

Avrupa’nın kendi dışındakilere -bilhassa şimdilerde Şark’ta- yaptığı gayr-ı insaniliğin etkilerini hafifleten ve değersizleştiren bütün savlar, Avrupa’nın çelişkilerini saklamaya çalışan görüntüler (Simülasyonlar) aynı zamanda politik bir işlevi yerine getirir. Daha önceki yazılarımızda vurguladığımız gibi; Avrupa’nın çelişkileri; aşağıladığı, küçük gördüğü, tahkir ve tayzif ettiği o “zavallılardan” daha büyük ve daha derindir.

Avrupa’nın başarısı, bunları estetize edebilmesi ve estetize edebilecek araç gereçlere sahip olmasıdır. Bu estetize edebilmede en büyük yardımcı ekipmanını, Sanat alanından ve fikir üreten kurum-kuruluşlardan sağlar. Özgürlük ülkesi; yakınlarda Irak’ta Birmilyon ikiyiz atmış bin kişinin katili, “ABD”dir. Sanat deyince akla Libya’ya atılan bombalardan evvel “Paris” gelmeye devam eder.

İmajinatif ve figüratif yürütülen çalışmalar, aslında Avrupa’yı anlamayı engelleyecek biçimde tekrar üretilir. Sağlıklı algılamayı bozan başka bir unsur, Avrupa’nın gerek tarihinin gerekse düşünsel yönünün anakronik biçimde iç içe sokulmasıyla oluşturulan operasyonlardır. Bu içiçe sokma, resmi net biçimde görmeyi engeller.

Nedense her alanda uygulanan moda yöntem olan Arkeolojik hassasiyet, bu konuda uygulanmaz ve sukut eder. Diğer yandan İşlerine gelince varlıkta bile “Öz”e karşı çıkanlar; Avrupa’nın müsebbib olduğu vahşetler karşısında, Avrupa’nın kendi acı tarihsel verilerini hatırlatırlar. Bu hatırlatmalar (kolonyalizm örneğinde olduğu gibi), bir sabitleyici değil sadece bizim bu yıkımları vahşetleri daha hızlı meşrulaştırmamız için işaretleyici görev üstlenir. Tabii ki; bizler bununla “Avrupa’nın halen kolonyalist reflekslerini terk etmeyen bir vahşi mi, barbar mı olduğu !? söyleniyor” dediğimizde, şaşkınlıkla yanıtları tersten alırız: Demokrasi’nin, Özgürlüğün, Eşitliğin, İnsan Haklarının, Gelişmenin, Kalkınmanın, İlerlemenin, Medeniyetin,…vb beşiği gösterilen Avrupa karşımızda durur.

Pagmatizmi, kendi çıkar menfaatleri hiçbirşey tanımadan hayatının her noktasında uygulayan, her felaket karşısında geçmişte de şimdide aynı refleksleri gösteren Avrupa bizlere kendisini anlayamadığımız için çok içerlenmektedir.

Oysa gerçekte olan şey, estetize ettiği çelişkilerin kendine bir türlü dönememesidir. Barbarlara bile rahmet okutacak, barbarların bile çok ileri- gelişmiş, kültürlü kalacağı o çelişkiler, bazı siyasi olaylar sonunda kaçınılmaz olarak su üstüne vurmaya devam eder.

Bazen da küçük bir çocuğun, bazen binlerce mültecinin cansız vücutlarının kıyıya vurmasıyla bu resim su üstüne çıkar. Kendi yapıp etmeleriyle birebir yüzleşmedikçe Avrupa’nın değişmesini beklemek zor olacaktır. Bu sadece ekonomik değil, şiddeti üreten yapısının karşısına çıkmasıyla mümkün olabilecektir. Demek ki; Avrupa’yı anlamanın en iyi yolu, onu anlamamak için gösterdiğimiz çabada saklıdır. Avrupa’yı anla(ya)mayacağız ve bunda ayak direteceğiz. Ta ki, o yaptıklarının sonuçlarına katlanana, hesaplarını dolaysız verene kadar.

Twitter: @servetkzlay